13 Mayıs 2017 Cumartesi

Thomas More/Her Devrin Adamı (3)

Tarihler ile giderek ya da tarihlerle konuya başlayacak olursak Thomas More 1478 yılında Londra’da yargıç John More’nin oğlu olarak dünyaya gelmiş. 1491 yılında ise İngilizlere ait bir adet üzerine bilgi ve görgüsünü artırmak için babası tarafından Canterbury Kardinali John Morton’un eline verilmiş. Ama ona verilirken babasının “Eti senin, kemiği benim…” dediğine dair herhangi bir bilgiye henüz ulaşamadık. Kardinal Morton adamı gözünden tanıyan cinsten bir adam olacak ki onun yeteneklerini keşfedip Oxford Üniversitesine yollamış. Genç Thomas orada Yunanca ve Latince’yi öğrenmek için gitmiş olsa da meşhur İngiliz elitleri bu dilleri tahsile pek yanaşmıyorlardı. Çok görmemek lazım nasıl olsa Orta Çağ insanı bir taraftan hoş görmek gerek. Orta Çağ Avrupa insanı hakkında bir fikir beyan et deseler hiç şüphesiz aklı katran karası bir halde gönlü ondan da kara bir halde ama nedense nedamet parıltılarının saklı olduğu bir cevherin her zaman içinde bulunduğu sefil bir insan derim. Kızmayın belki de onlar şu an bizim hakkımızda aynı şeyleri düşünüyorlardı. Maalesef bunu söylemek çok güç hatta insanın boğazını düğümlüyor ama İslam toplumu tarihinin Orta Çağını yaşıyor. Biz yine konumuza dönelim. 

Evet genç Thomas bir miktar okuduktan sonra Yunanca ve Latince eğitimini tam manasıyla öğrenemeden 1494 yılında öğrenimini yarıda bıraktı. Yazık oldu vallahi üzüldüm çocuğa şimdi. Bıraksalar nah şurada ağıt yakacağım ama devam edeceğime dair kendime söz verdim ve yazıya devam etmek zorundayım. Neyse öğrenimini bıraktı ama temelli de bırakıp hamal olmadı. 2017 Türkiye’sinde tarih okumuyor sonuçta. Yunanca ve Latince’yi bırakıp Londra’ya Hukuk okumaya gitti. Belki de babası zorladı bilinmez. İlim adamı biraz zalim olur derler. Ama kitabından da anlaşılacağı üzere Yunan ve Latin felsefe kitaplarını okumaya ve klasiklerden faydalanmaya devam etti. Bir zahmet devam etsin yahu iki dil boşuna tahsil etmedi sonuçta.

Tarihler 1499 yılını gösterdiğinde meşhur zat Erasmus ile tanıştı ve bu güzel dostlukları Erasmus Deliliğe Övgü kitabını yazana kadar devam etmedi. Tabi ki More idam edilene kadar sürdü. Hiç kava etmediler mi? Orasını bilmiyorum. Ama okuduğum kitapta yazan o ki Thomas More o kitabı yazması için Erasmus’a fazlasıyla ısrar etmiş. Muhtemelen bu arada kavga edecek bol bol zaman bulmuştur. Televizyon internet yok sonuçta…

Dostumuz More 1501 yılında “Ya Sabır” yahud “TevekkelAllah” diyerek manastıra kapandı. Orada sadece oruç tutup sigara içmedi aynı zamanda derin okumalar yaptı. Ne okuduğuna dair bir bilgim yok. Fakat eminim ki klasiklere abandı. Boru değil Yunanca ve Latinceyi tahsil edeceksin öylece kalacak. Eminim ki 1494 yılında okulu bıraktıktan daha doğrusu bırakmak zorunda kaldıktan sonra “Ulan pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.” Deyip ibadet ayağına okuma yapmıştır. Kanıt isterseniz yorulmayın zatı şahane 1503 yılında Parlamento’ya avukat olarak seçildi. İbadetin göstermelik olduğunu ve haklılık payımı tekrarlamama gerek yok sanırım. Devam ediyorum. 2 yıl bu görevini devam ettikten sonra yeterince dünyada yaşadığını düşünen More 1505 yılında evlenmeye karar verdi. Aynı yıl evlendi. Ama o yıl mı evlenmeye karar verdi bakın orasını bilmiyorum. Karısının adı Jane Colt. Artist ismi gibi ama o bir köylü kızı. Yeşilçam’a bağlamadan devam edelim. Adeta manastır hayatının öcünü almak istercesine Thomas More önümüzdeki beş yılda, yanlış duymadınınız önümüzdeki 5 yılda tam 5 çocuk yaptı. Yani karısı çocuk yaptı. Bu zalim adama daha fazla dayanamayan karısı 1510 yılında hayata gözlerini yumdu. Belki de hastaydı. Orası Allahü alem.

Ama en büyüğü 5 yaşında olan çocuklarıyla ortada kalan More tabi ki dünya tatlısı bebelerine hem analık hem babalık yapamazdı. Muhtemelen aynı yıl kendisinden 8 yaş büyük olan Alice soyismi için kitaba bakıyorum. Alice Middleton ile evlendi. Evet doğru yazmışım. Her neyse kendisinden 8 yaş büyük olan bu hanım için yazarımız sevgili More şöyle dermiş: “Bu hanım ne genç ne de güzel ama çok iyi bir yönetici.” Türk olsaydı muhtemelen: “ O kadar güzel değil ama iyi karı doğrusu. Sağ olsun beni yalnız komadı.” Diyecekti. Tabi arkasından çalan Sinan Engin müziği…

1515 yılına ayak bastıktan sonra ticari anlaşmaları görüşmek için gönderildiği Belçika-Hollanda’da Anvers yurttaşı Peter Gilles ile tanıştı. Sosyal bir insan olmalı ki gittiği her yerde mutlaka biri ile tanışıyor. Biraz itirafta bulunacak olursak kibar ve arkadaş canlısı olan sayın More ile bende tanışmak isterdim. Aynı yıl Anvers şehrinde meşhur Ütopya kitabını tasarladı. Hadi buda benden olsun: ”Bir sene sonra kitabını yayınlayacak.” Ama hakkını teslim edelim ki biraz kolpa olur kendileri. Eğer okursanız kitabı neden bunu kastettiğimi anlarsınız.

1516 yılında şu an okumuş olmaktan hoşnut olduğum ve gerçekten beğendim kitabı olan Ütopya’yı yayınladı. Naçizane yorumumdur. Platonun Devlet adlı eserinden sonra ikinci bir numune kitaptır. Bu arada Devlet adlı kitabı çok görmeme rağmen hiç okumadım. Okumak istediğim kitaplar arasında. Bu yorumu ise kitaptan çaldım. Hadi biraz yumuşatayım intihal yaptım. Küçük bir “intihalcik” sadece… “İntihal tarihçinin kamçısıdır derler.” deyip bu yılı bu özlü söz ile kapatalım. Yalnız söz bana ait. Eserinde paylaşmak isteyenden telif ücreti alırım. Hele izinsiz alanı görürsem maazallah süründürürüm. Allah elime düşürmesin. (Amin)

1521 yılında Kral’ın Özel Meclisi’ne (Privy Counsel) seçildi. Tabi tahtta Tüdor Hanedanlığı’nın son varislerinden olan ama son varisi olmayan erkek çocuğu da olmayan Henry Tüdor vardı. Namı diğer 8. Henry. Herifin ne hikmetse erkek çocuğu olmamış ve bu More’un kellesinin gitmesine sebep olmuş. Neyse spoiler vermeden, Türkçesi tatkaçıran, konuya devam edecek olursak bu Kral Thomas More’a “Sir” ünvanını verdi.

Bu arada unuttuğum bir yer var yüksek müsaadenizle özür dileyerek belirtmek istiyorum. 1517’de başa yukarda bahsi geçen “Bahtsız Henry” ne kadar hoşlanmasa da ahbap oluverdi. Evet yanlış duymadınız kardeşlerim. Bu sözlerim kat’idir ve sizi temin edemem ki ,çünkü o devirde yaşamadım, More Kraldan hoşlanmıyordu. Yalnız Kral olmasından mütevellit ve aydın kişileri sevmesinden dolayı Kral zıpçıktı gibi More’un evine gelip onu rahatsız eder bahçede beraber sohbet muhabbet ederlerdi. İki defa eder demekten müteessir olduğumu söylemeden duramayacağım. Muhtemelen sizde içinizden geçirdiniz bu dediğimi. Dediğim gibi kitabında yer alan ifadeye göre More Kral’dan hoşlanmazdı ama onun hizmetine girmekten de yakayı kurtaramadı. Şu sözü söylediği kitapça mervidir: “Eğer kafam ona Fransa’da bir kale kazandırırsa, uçurmaktan çekinmez.”

Yani Pragmatist bir Kral ile karşı karşıyayız sevgili kaari…

Tarihler ile oynamadan normal seyrinde devam edecek olursak 1529 yılında bizim “Bahtsız Henry” Thomas More’u Lordlar Kamarası olana kadar destekledi. Öyle ki More adaletin başı olarak tek yetkili kişi olmutu. Yeni bir Roobin Hood mu doğuyor acaba?

1532 yılında More’u idama sürükleyecek olaylar silsilesinin başı olan 8. Henry ölen ağabeyinin eşi Catherine’den ayrıldı. Savunması bu evliliğin hukuki açıdan doğru olmadığı idi. Madem öyle niye evlendin muhterem Kralım. Muhtemelen erkek varis bırakamayacağım korkusu ile gül gibi karısı Catherine’den boşandı ve saray cariyesi olan Anne Boleyn ile evlendi. Catherine'nin ahı tutmuş olacak ki Kral Henry’nin soyu kızları Elizabeth’den sonra kesilecekti. Tüdor Hanedanlığı bu “Bakire Kraliçe’den” sonra son bulacaktı. Oh olsun! Tabi hukuksuz bir evlilik yapıp ondan ayrılmayı murad eden sevgili Kral haşmetmeapları ne kadar Papa uygun görmese de Anne Boleyn ile evlendi. Bir dönem manastıra kapanmasıyla da bilinen More bu evliliği asla uygun görmedi ve ölümüne kadar bu inadını sürdürdü. İdam emri verilene kadar bu mesele ile ilgili hiç konuşmadı. Kendine iftira sonucu idam kararı verileceğini anlayınca açtı ağzını ve yumdu gözünü ve her şeyi tüm fikrini adeta mahkemeye kusarcasına söyledi. Tabi daha sonra idam olunacak ama biz yine tarihe normal seyrinde devam edelim.

1533 yılında More artık inzivaya çekileceğini söyledi. Bunun için de sağlığını bahane etti. Tabi Kral bu yalanı yemedi. Zaten More resmi düğüne de katılmamıştı. Kral bu meseleden işkillenince onun peşini bırakmadı. Aynı yıl More’u Elizabeth Barton’u desteklemekle suçladılar. “Kim oluyor bu Elizabeth?” diyecek olursanız hiç kuşkulanmayın ben size anlatacağım. Bu hanım kardeşimiz bir manastırda rahibe. Kral'a karşı çıktığına göre koyu Katolik olmalı. Kral’ı suçlamakta o kadar ileri gitmiş ki onu cehennemde yanacağına dair fetva vermiş. Sayın Rahibe sabah yürek yemiş olmalı ki kendini Yavuz’un karşısına çıkan Zenbilli sanmış. Ama nerede… Yavuz'daki feraset Kral’da ne arar.

Parlamento’da acımamış bu rahibe ile onun destekçilerinin asılarak idamını istemişler. Listede More da var imiş. Sonra onun adını parlamento silince More paçayı yırtmış ama rahibe ve destekçileri asılarak idam edilmiş. Elveda Rahibe ve destekçileri…

1534 yılında Kral biraz da Martin Luther’den etkilenerek kendini “dünyanın ulu hükümdarı ve kilisenin başı” ilan etti. Aman Kanuni duymasın. Herkes bu unvanı yemin ederek kabul etmek zorundaydı. More tabi ki bunu asla kabul etmedi. “Bir karı yüzünden mezhep değişir mi Kral hazretleri?” de demedi. Hapsedilse de Kral hakkında kötü bir şey söylemedi. Kanuni’ye haber verseydi şimdi ikinci Fransuva vakasını yaşıyor olurduk ama ona da haber vermedi.

1535 yılında ise Kralın meşru unvanını kabul etmesi istemiyle mahkemeye davet edildi. Ama tabi ki inadım inat diyerek bunu kabul etmedi. Vatan haini damgası yedi ve bu sebepten asıldı ama bundan daha güzel olan bir şey varsa da o da More’un yargılanma esnasında verdiği enfes cevaplardı. Ne mi dedi?

Orasını kitaptan okuyun canlar…

*Ahmet Hilmi YAŞAR

11 Mayıs 2017 Perşembe

İhtilal ve Toplum Tepkimesi

Güncel dünya dengesinin sağlayıcılarından ilk adım olarak 1789 Fransız Devrimi’ni saymak birçok tarihçi ve siyaset bilimci tarafından sıkça zikredilen bir yorumdur. Evet elbette günümüzde bu hala yorumdur çünkü olayın dinamiklerini yani sosyal-devrimci insan faktörünü göz önünde bulunduracak olursak İngiltere’de ve yine Fransa’da daha önce meydana gelen birkaç işçi sınıfı kaynaklı ihtilal girişimleri de karşımıza çıkacaktır. Peki Fransız Devrimi’ni evrensel bir etki alanı kategorisine sokan neydi?

Şüphesiz ki Avrupa’nın önemli devletlerinden biri olan Fransa daha 18. Yüzyılın başlarından itibaren karanlık Ortaçağ feodalitesinin ve medeniyetin tüm kör noktalarının izlerini hem sosyal hem de idari alanda taşımaya devam ediyordu. Buna bağlı olarak yönetimin zirvesinde bulunan kralın karanlık ve akıbeti belirsiz ortaçağ siyasi ortamının kargaşa dolu atmosferinde halktan kopuk bir siyasi dairede oturuyor olması toplumun her sınıfının devlete ,karşı bir tutum takınmasını ve devlete olan güven ve bağlılığın sarsılmasına neden oluyordu. Bu da elbette devlete karşı sosyal sorunların çığ niteliğinde bir geri bildirim yapmasına neden oluyordu. Ancak bu tüm devrimci ihtilallerin hemen hemen genel oluşum alt yapısıydı yani 1789 tarihini evrenselleştiren asıl neden bu değildi. Asıl neden ihtilali başlatan işçi sınıfının bildirilerinde de vurguladıkları “eşitlik” ilkeleri ve sosyal haklardı. Din ve vicdan hürriyetleri de bu genel özgürlükler başlığına tabi durumunda kalmıştı. Ancak daha önce de belirtildiği gibi bu toplumsal etki alanı oluşturan ilk ihtilal değildi. 1640 ve 1776 devrimleri 1789’un pek de benzeşmeyen selefleriydiler.

1640 devrimi burjuvazi çıkışlı ve feodalizm aleyhtarı oluşundan dolayı, bu  ihtilalin yanlıları bu durumda kendini halkına dinsel güçle bütüncül sunan devlete doğrudan karşı  bir tutum almış ve dolayısıyla da püriten olmuş oluyordu. Bu Ortaçağ gibi dinsel öğreti ve kuralların papanın tekelinde bulunduğu bir devirde doğrudan hem dini hem de siyasal bir kimlik çatışmasını tetiklerdi. Bunu göze alamayanların niceliksel çokluğunun sebebi ihtilalin dinsel bir pozisyonda sunulmuş olmasından dolayı asıl dinamiğin yani sosyal-devrimci niteliğin gölgelenmesinden kaynaklanıyordu. Bu 1776 Amerikan Devrimi’nde ise din yine söz konusu olmasına rağmen bağımsızlık arayışıyla gölgelenmişti. 1789 ihtilali ise tamamıyla sınıf çatışmalarının paradoksundan doğmuş ve devletle halkının uzlaşmasına giden bir süreç olmuştur. Aslında ihtilalin bu denli etki alanını genişleten bir diğer etken de Fransa’nın dönem siyasetinde gerek diplomasi olarak gerekse konum itibariyle bulunduğu yerdir. Yine ihtilalin etki alanının genişlemeye devam ettiği süreçte Fransa’nın ihtilali savunmak adına Avrupa devletlerine karşı takındığı savaştan kaçınmaz tutumu ihtilalin haklı gerekçelerini olduğundan da haklı bir popülariteye kavuşturdu. Bu Fransa’nın giriştiği savaşlarda ordusunun geçip de başarılı olduğu topraklar üzerinden dalga dalga olmak suretiyle doğrudan doğruya fikriyatın değer bulduğu ve aydınların kutsandığı bir dönemde gerçekleşmiştir.

İhtilalin uzak yollardan getirdiği “eşitlik”, “özgürlük”, ”hak”, “hukuk”, “anayasa” kavramları en yakın tarihte Balkan ulusları içinde zuhur etmiştir. Kültürel bir canlanış sürecinin ardından sırayla Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar ve diğerleri bünyesinde yaşadıkları Osmanlı İmparatorluğu’na karşı son derece isyancı ve talepkar bir kargaşa sürecine girmişlerdir. Burada asıl dikkat edilmesi gereken dinsel nitelikte olup toplumda kitlesel bir destek sağlayamayan ihtilallerin sınırlarına karşı 1789 Devrimi’nin nasıl yaklaştığıdır. Aynı hataya eğer 1789 aydınlarından Locke, Montesquieu, Comte ve ya Rousseaou düşerek ihtalin fikriyatını bulandırmış olsalardı belki bugün geniş topraklı imparatorluklar devri bilmem kaçıncı yüzyıllarını yaşıyor olacaklardı. Sonuç olarak İhtilalin din ya da ideoloji gibi keskin çizgilerle gölgelenmemesi 1789’un “ulus” kavramı altında dünyanın her köşesinde yenilenebilir bir kimlik bulabilmesi dünyanın tabiri caizse 18. yüzyılda kabuk değiştirmesine ve bugünkü ulus devletlerinin fikri temellerinin atılmasına zemin hazırlamıştır.
*Gamze ERGÜN

6 Mayıs 2017 Cumartesi

KERKÜK'Ü UNUTMAK, UNUTTURMAK

Türkiye'de milliyetçi damarı olan çevrelerde bir Kerkük ve Türkmen hassasiyeti vardır. Söylemlerde kimse Türkmenlerin kılına dokundurmaz. Alan pratiklerinde karşılığı olmayan devlet politikalarını da bakılırsa Türkmeneli bir çıkmazda. 16 Nisan halk oylaması arifesinde 28 Mart'da başlayan korsan bayrak dikme projesi 1 Mayıs'ta tamamlandı. Kerkük valisi IBKY'den aldığı destekle Kerkük'teki resmi kurumlara Irak bayrağının yanına IBKY bayrağını asma sürecini tamamladı. 2017 yılında Temmuz-Ağustos aylarında IBKY'de sözde bir  bağımsızlık oylaması yapılacak. Yapılması planlanan oylamaya Kerkük'de dahil edilecek. Erbil'de ve Kerkük'de yapılan toplantılar da sözde bağımsızlık oylaması için komisyonlar kuruldu. Tüm bu süreci Irak'ın kuzeyinde Barzani'nin başkanlığındaki KDP ile Talabani'nin partisi KYP yürütüyor.Irak anayasasına göre bölgesel Kürt bölgesi Erbil, Duhok, Süleymeniye'den oluşuyor. Bu illerin siyasi sınırları da belli. Kerkük Irak anayasasına göre merkezi yönetimin içinde kalan bölgede yer alıyor. ABD tarafından 2005'de yazılan Anayasa'nın 140. maddesindeki tartışmalı bölgeler ile ilgili ve Kerkük'ü de içine alan referandum 2007 yılına kadar yapılması temel şart olduğundan geçerliliğini yitirdi.

KORSAN BAYRAK NEDEN DİKİLDİ?

Kerkük demek dolar seviciler için petrolü ifade eder. Türkmenler için ise sadece VATAN. Peki bu korsan bayrak neden dikildi? Bizde her kesim kendince yorumlar getirirken biz isterseniz alan gerçekleri ile bakalım.Birinci etken Irak merkezi yönetimin içinde bulunduğu siyasi ve askeri zayıflık. İkincisi başta ABD olmak üzere Batı bloğunun işgalci İsrail'e patner bir mobil devletin Türkiye'nin güneyinde kurmak.Böylece Anadolu'nun başta Türkmenler olmak üzere Arap ligi ile karasal bağı kesilecek. Üçüncüsü ise Irak'ın kuzeyinde 91 sonrası sahneye çıkarılan Barzani, Talbani, PKK ve  2014 de bunlara DEAŞ'ta eklendi Irak'ın kuzeyini dizayn etmek.Anlamak için DEAŞ'ın Musul'u ele geçirmesi sonrası yaşanan iç savaş sırasında IBKY kontrol alanını yaklaşık %50 genişletti. Yine PKK Irak'ta ilk defa alan kontrolü ele geçirerek Sincar'a yerleşti. Birde  PKK'nın Kerkük'e davet edilmeleri var.Dördüncü olarak Türkiye'nin bölgeye yönelik uyguladığı yanlış adımları sayabiliriz. Türkiye'de siyasi iktidarı elinde tutanlarının Milli bir Türkmen siyaseti ne yazık ki yok. Elbette Irak'ın kuzeyine 1994 sonrası çöreklenen FETÖ ağını da unutmamak lazım. Tüm bunlar korsan bayrağın dikilme sürecini ortaya çıkardı. Kerkük Valisi sadece bir figüran olarak kendisine biçilen rolü oynuyor.

ORADA TÜRKMENLER VAR

16 Nisan sürecinde Kerkük'de yaşanan bayrak krizi sırasında meydanlarda ekranlarda Türkmeneli fırtınası koptu. Diriliş fon müziği eşliğinde mehteranlarla gürledik estik. Bir tek ''indirin ulan o bayrağı''demediğimiz kaldı. Medyamız yan yana ekrana çıkaracak Türkmen ararken siyasetçilerimiz Türkmen yetkilileri A protokolünde karşıladı. 16 Nisan geçti...kim öle kim kala. Korsan bayrak yerinde duruyor. Sözde bağımsızlık  referandumu için komisyonlarda çalışıyor. Gündemden hızlı düştü Kerkük. Telafer tamamen unutuldu. DEAŞ'ın kaçırıp köle yaptığı Türkmen kızlarını kurtarmak için atılan adım yok. Türkmen ise öldürülen kaçırılanlar insanlığın sesi fazla çıkmıyor. Ankara'ya sorarsak cevap her zaman bilindik. ''Siz bizim Türkmenler için yaptıklarımızı biliyor musunuz'' Evet asıl yapmadıklarınızı biliyoruz.

İşin özeti Türkmenleri Türkiye'ye unutturmak ve unutturmak. Tıpkı 2014 Şubat'da işgal edilen Kırım , Azerbaycan toprağı Karabağ ya da Doğu Türkistan gibi. Birileri diyor ki Türkiye'ye güney sınırında Taliban-DEAŞ-El Kaide gibi yapılarla komşu olmak istemiyorsan korsan bayrağı görmezden gel.

*GÜNGÖR YAVUZASLAN

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Rönesans ve Thomas More Perspektifinden Hümanizm

Bir meseleyi açıklamak iki şekilde mümkündür. İlki o meselenin anahtarı mahiyetinde olan kelimeyi bulmaktır. Bu anahtar kelime bulunduktan sonra ikinci aşamaya geçilir. İkinci aşamanın konusu ise lügat ve ıstılah bilgisidir. Böylece açıklanmak istenen veya anlamaya ihtiyaç duyduğumuz meselenin temeline inmiş onu kendi akıl ve mantık süzgecimizde belli bir yer edinmesine vesile oluruz. Buradan yola çıkarak bu yazıda Hümanizm’i anlatmaya gayret etmek ile beraber onun Rönesans’ın ortaya çıkmasındaki etkilerine değinecek ve finalde Thomas More’un hümanizm anlayışını kalemimizin gücüyle ortaya koyacağız.


Şimdi Rönesans ve Aydınlanma dediğimiz ağacın tohumu Hümanizm dediğimiz anlayıştır. Yani yukarıda da bahsi geçen anahtar kelimemiz, bize temeli gösterecek kelime, Hümanizm’dir. 

Hümanizm lügatta Yunan ve Latin kültürü ve insanlık anlayışını benimseyip, iyilik, doğruluk, özveri, bilgelik gibi insan erdemlerini temel alan ve bu çerçevede insana değer atfedilmesini değer verilmesini bir nevi birey olarak ele alınmasını başlıca esas kabul eden anlayıştır. Istılahta ise insanı her türlü prangadan kurtarıp onu hür ifadeli bir birey haline getirmek demektir. Sanırım bu vesileyle zihnimizdeki sis perdesini aralayarak hümanizm kelimesinin temelini oluşturduk. Aralayarak diyorum çünkü tarih ve medeniyet algısında çığır açmış bir anlayışı böyle ufak tanımlamalarla ve genel geçer ifadelerle tam manasıyla açıklamak mümkün değildir. Bunlar bahsedildiği gibi sadece fikir mahiyetindeki insanı araştırmaya ve anlamaya sevk eden birer kıvılcımdır.


-Orta Çağ Avrupası’nın Genel Tasviri-

Hümanizmin ortaya çıkış aşamasını ele almak için evvela Orta Çağın hususiyetlerini iyi bilmemiz gerekir. Orta Çağ dediğimiz zaman aklımıza gelenler arasında en parlak olanı Din mefhumudur. Kısaca Orta Çağ dinlerin ve mezheplerin devridir desek yanlış olmaz sanırım. Zira Orta Çağ’da her ne yapılmış ise din adına yapılmış ve dini temel amaç edinmiştir. Bu hem Doğu hem de Batı medeniyetinde böyledir. Batı medeniyetinden yolumuza devam edelim.

Orta Çağda Batının temsilcisi olan Avrupa’da en etkin ve hakim güç hiç şüphesiz Romada meskun bulunan papadır. Öyle ki Papalar isterlerse krallara taç giydirir isterlerse kralların taçlarını büker isterlerse de yer ile yeksan ederler. En geniş yetkilerle donatılmışlardır. Çünkü Avrupa Hristiyanlarının mantığına göre Papa hem Tanrının yeryüzündeki temsilcisi hem Tanrı tarafından kutsanmış ve kemal sıfatlarla muttasıf ilan edilmiş hem de ledünni ilme mazhar olmuştur. Yani bir nevi Papa dokunulmazdır ve kaydı hayat şartıyla görevini ifa etmek durumundadır. Ona isyan Tanrıya isyan etmek ve ona başkaldırmak Tanrıya baş kaldırmak ile müsavidir.




Papalar ve onun temsilcisi konumundaki Kiliseler ve papazlar 15.yy sonlarına doğru halkın gözünde tabiri caizse artık çekilmez birer mahlukat ve soyguncu hüviyetine büründüler. Hem Türklere karşı galebe çalamıyorlar hem de halkı günah çıkarma ve cennetten toprak vadetme ritüelleriyle birer sömürü aracı olarak kullanıp zenginleşiyorlardı. Bağışta bulunmayanları yahut kendileri için tehlike arz edenleri aforoz veya asılmak suretiyle idam ile işini bitirip halkı sindiriyorlardı. Kısaca Orta Çağ dediğimiz devrin karanlık yüzünü bu şekilde açıklıyoruz.

-Hümanizmin Ortaya Çıkması ve Gelişmesi-

Temel Britanica Ansiklopedisinin Hümanizm maddesi bize çelişkili olmak ile beraber Hümanizm ortaya çıkışını anlatıyor ve veciz bir Hümanizm tanımı yapıyor. Buyurun gözden geçirelim:
“1453’te İstanbul’un Türkler tarafından alınması üzerine, Eski Yunanca ve Latince pek çok el yazması Avrupa’ya kaçırıldı. Bu metinlerde insanın yazgısını tek başına belirleyebileceği, tanrıların bunu gözlemekten başka bir şey yapmadığı düşüncesi yer alıyordu. Bu ve dinin öbür dünya beklentisini sorgulama cesaretini bulan Hümanizm akımının öncüleri Rönesans’ın doğmasına olanak sağladılar. Bununla birlikte hem insanın gücüne inanan, hem de dinsel inançlarına bağlı kalan bu ilk hümanistler ile Kilise arasında hiçbir çatışma olmadı.

Çok geçmeden resim, heykel, mimarlık, edebiyat, felsefe ve bilim alanlarında insan başlıca konu oldu. İnsanı anlama, davranışlarını açıklama ve kişiliğini yönlendirme eğilimleri belirledi.





Hümanizm akımının öncüsü İtalyan şair ve düşünür Francesco Petrarca’dır. Petrarca eski Yunan ve Latin yazmalarını topladı ve bunları yeniden açıklayarak yorumladı. Petrarca’ya göre sevgi, irade ve akıl birbirine bağlı üç ögedir; insan bu üçüyle bütünleşmiş düşünen bir varlıktır. Petrarca’dan başka İtalya’da Giovanni Boccaccio ve Leon Battista Alberti Hümanizm akımına öncülük ettiler. 

Hollanda’da Desiderius Erasmus, İngiltere’de Thomas More Fransa’da François Rabelais ve Michel de Montaigne felsefe, bilim, sanat ve edebiyat alanındaki yapıtlarıyla daha sonraki çağlarda da etkili oldular. William Shakespeare İngiliz dilinde, John Wolfgang von Goethe ise Alman dilinde hümanist Kültürün en yetkin ürünlerini verdiler.”





Şimdi üçüncü paragrafa ve yapılan Hümanizm tanımına kesinlikle katılmakla beraber ilk paragrafta yer alan ortaya çıkış hadisesi bendenize göre kusurludur. Zira İstanbul’un fethine kadar Avrupa’da özellikle İspanya’da 11. yüzyıldan itibaren faaliyet gösteren bir tercüme bürosu vardı ve buralarda gerek eski Yunan ve Latin Felsefe eserleri gerekse Endülüslü alimlerin eserleri tercüme ediliyordu. 

Aynı zamanda bu tercüme faaliyetleri İtalya’da da 11. yüzyıldan itibaren vardı. Böylelikle daha İstanbul’un fethine kadarki yaklaşık 4 asırlık süre zarfında bir altyapı oluşmuştu. Yani Hümanizm buna bağlı olarak Rönesans, İstanbul’un fethiyle İstanbul’dan apar topar kaçan Doğu Roma filozoflarının ve götürdükleri kitapların tercümesiyle bir anda ortaya çıkan bir mefhum olmayıp bilakis İstanbul’un fethiyle hızlanan ve gelişimini sürdüren bir mahiyet arz eder. Meselenin esas can alıcı noktası burasıdır.





Aslına bakılırsa bu “fetihten kaçan filozofların Rönesans öncüsü oldukları iddiasını” 19. Ve 20. Yy zarfında Avrupa ortaya atmıştır. İfadenin en sarih versiyonu Süleyman Hayri Bolay Osmanlı Düşünce Dünyası kitabında şöyle açıklıyor: “1914’de basılmış olan Edith Sichel’in “ The Renaissance” adlı eserinde şu satırlar yer almakta idi. “ Bizans İmparatorluğunun 1453’te Türkler tarafından zaptı, Yunan ilim adamlarının dünya yüzünde dağılmasına ve yazmalarla, heykellerle yüklü şahane bir geminin Batı’ya, İtalya’ya ulaşmasına sebep olmuştur. Bu ve benzeri birçok fikir 19. Ve 20. Asır Batılı tarihçileri arasında yaygın ve hakim idi.”

Daha sonra yine aynı kitabın birkaç sayfa ilerisinde iddianın “2. Dünya savaşında Websters New İnternational Dictionary” nin 1949 baskısında yer alan iddia daha sonraki baskısında çıkarıldığı” nı göreceksiziniz. Ez cümle konuyu dağıtmadan bir karara varacak olursan Hümanizm İtalya’da baş göstermiş daha sonra Avrupa’nın diğer memleketlerine de peyderpey yayılmıştır.


-Thomas More’n Hümanizm Anlayışı-

Thomas More İngiltere’de Hümanizmin öcüsü olmuştur. Ancak onun ölçüsü ilk Hümanistlerden olması hasebiyle Kiliseye karşı sert bir tutum sergilememiştir. Aksine bir dönem Kilise’ye de kapanmış hayatının belli bir bölümünü orada Latince eserler okuyarak geçirmiştir. Daha sonra Kiliseden ayrılıp çeşitli devlet görevlerinde bulunmuşsa da dinini ikinci plana atmamıştır. Hayatının sonuna kadar Katolik Kilisesine bağlı kalmış en son ölümü de bu bağlılığının zımnen sonucu olmuştur.

Gerek Ütopya kitabında gerekse hayatının özet kısımlarında okuduğumuza göre Thomas More dönemine eleştirel bir bakış açısıyla bakan ve yönetim ve halk arasındaki sıkıntıyı gözler arasına seren bir yapıya sahiptir. O kadar ki yaşadığı sistemi “zenginlerin yoksullara karşı fesat tertibi” diye tanımlamıştır. Ütopya’da Kral hakkında “öyle bir güçtü ki, oradan iyilikte kötülükte yağmur gibi iner halkının üstüne” ifadesini takınır. Kendisi hakkındaki Kralın ifadelerini de şöyle açıklar: “Eğer kafam ona Fransa’da bir kale kazandırsa uçurmaktan asla çekinmez.” Kral 8. Henry her ne kadar entelektüel bir şahsiyet olsa da adı üstünde kraldı. Sonuçta onun da hışmına uğrama ihtimalini yok sayamazdı. İşte böyle bir ortamda deyim yerindeyse düşüncenin ve farklı perspektiflere kapı aralamanın suç sayıldığı bir zamanda fikirlerini örtülü bir şekilde aktarmayı uygun gördü. Bu konuda çok ileri gitmiş olacak ki Ütopya’yı şaka olsun için yazdığını dahi iddia edenler ortaya çıkacaktır.




Onun Hümanizm anlayışında insan ön planda olmasına rağmen başarılı olduğu kısım onu devlete entegre etmesidir. Bu konuda kitabın arka kapağında yayınevinin paylaştığı not efradını cami ağyarını mani bir ifade olmakla konuyu özetler: “ Platon’un Devlet’inde bölüşüm sadece bir sınıfa özgü olduğu halde Ütopyada tüm topluma yayılır. Devlet’te kadınlar ve çocuklar topluma aitken. Ütopyada karı-kocanın birlikte yaşlanıp ölmesi esastır; çocuklar kendi ebeveynleri tarafından büyütülür. Bu hayal ülkede avukata ihtiyaç yoktur; zira yasalar herkesin anlayabileceği kadar açık ve basittir.” 

Aslında bütün mesele bunlarla sınırlı kalmamış. Dahası kitapta geçen çalışma saatlerinin kısalığı, ötenazi, askerliğe olan bakış açısı, hayvanların avlanmasına karşı aldığı tavır hala dünya kamuoyunda tartışılan konulardır.


Velhasıl bu muhalled eserinde Thomas More yüzyıllardır tartışılarak günümüze gelmiş belki de istikbalde de yer alacak birçok sorunu mazide dile getirmeye çalışmış ve buna çözüm bulma eğilimi göstermiştir. Şüphesiz ki bir müellif eserini okunsun ve ondan ilim öğrenilsin için yazar. Bize düşen de doğru okları takip edip hakikat menziline kavuşmaktır. İlim talebesi olmanın ilk şartı hayat boyunca talep etmek ve doğru yoldan şaşmaksızın insanlara hakikat yolunu açmaktır.

Daim selam ve baki ihtiram…


Rönesans ve Hümanizm hakkında yararlanabilecek birkaç kaynak:

* Merry E. Wiesner-Hanks, Erken Modern Dönemde Avrupa, (1450-1600, Kültürel ve Entelektüel Yaşam bölümü)
* Prof. Dr. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, (Rönesans Felsefesi bölümü)
* Dr. M. Şükrü Akkaya, Hümanim’in Çıkışı ve Yayılışı adlı makalesi
* Aynı zamanda Diyanet İslam Ansiklopedisi’nden ilgili maddelere de bakabilirsiniz.

*Ahmet Hilmi YAŞAR

25 Nisan 2017 Salı

BAHADIR SAVAŞTA BELLİ OLUR


Her milletin kendine has olan zamanla bütünleşip anıldığı birtakım meziyetleri vardır. Bizim de Türkler olarak geçmişten günümüze nam salmış cesaret ve adalet duygularımız diğer milletler nazarında kabul görmüştür. Ayrıca şu da ayrı bir hakikattir ki biz Türkler cesur ve adaletli olduğumuz gibi bir o kadar da merhametli bir milletiz. Bu meziyetlerimiz hakkında gerek milat öncesi ve gerek milat sonrası örnek kabilinden buraya aktarabileceğimiz envai çeşit destanlar ve halk hikayeleri mevcuttur. Lakin millet olarak çok geniş bir coğrafi alana yayılmış olmamız bu hikayeleri bir bütün olarak bilmemize maalesef engel olmaktadır. Fakat şunu da iyi biliyoruz ki hiçbir doğru ve hiçbir hakikat ebediyyen tarihin tozlu raflarında saklı kalamaz. Onu mutlaka tozlarından arındırıp hak ettiği mertebeye ulaştıracak fikir işçileri hep var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Bizim bildiğimiz yahut bilemediğimiz nice kahramanlarımız tarihin tozlu raflarından sıyrılmayı beklerken bir tanesinin hikayesini dile getirebilmek naçizane üslubumuz ile kaleme alabilmek bizler için gurur vesilesidir. Bu gurur dünyaya nam salmış şanlı atalarımızın aziz, latif ve pak ruhlarından bizlere tevarüs etmiştir.

Hakkında yazacağımız konuyu daha yeni öğrenmiş bulunmakla hala etkisindeyiz diyebiliriz. Gerçekten içimizde öyle koca yürekli öyle cesur insanlarımız var ki her zaman bir şekilde insanlık için kendilerini feda etmekten kaçınmamışlardır. Bu olayı hatırladıkça Hüseyin Nihal Atsız’ın şiirinden bir söz çınlıyor kulaklarımızda -"Kahramanlar can verir yurdu yaşatmak için. " 

Kahramanlarımız sadece kendi vatanlarını değil başka insanları yaşatmak için de can veriyor. Hele ki ötekileştirme ve bölme adına ortaya atılmış ve ayrıştırılmış milletler oluşturma çabasına rağmen başkalarının varlığı için var olmaktan vazgeçen kahraman şehitlerimiz anılmaya en layık olanlardandır. 

Konuya geçecek olursak şöyle ki;
Saddam Hüseyin’in lider olduğu Baas rejimi, İran ile savaştığı yıllarda Irak'ın Süleymaniye iline bağlı olan ve nüfusunun büyük kısmının Kürtlerden oluştuğu Halepçe ilçesini Kimyasal silahlarla vurma planı yapmış ve bu harekete “enfal” ismini vermiştir. Bu plan üzerine 16 Mart 1988'de zehirli gaz bombalarını taşıyan sekiz MiG-23 uçağı Halepçe kasabasına bombardıman düzenlemiş ve 17 Mart'a kadar aralıklarla süren saldırılarda bulunulmuştur. Ölenlerin sayısı hala net olmamakla birlikte birçok kesiminin kabul ettiği ortak sonuç, çoğu kadın ve çocuk en az 5 bin kişinin öldüğü, 14 bin 765 kişinin yaralandığıdır. Ancak savaştan sonra kasabaya giden yabancı gözlemciler, sayının çok daha fazla olduğu görüşündedir.

Bahsettiğimiz uçaklar tek motorlu tek kişilik modellerdir dolayısı ile bombardımana katılan 8 pilot vardır oysa teklif 9 pilota gitmiştir ve bir pilot eksiktir. Olayın en etkileyici tarafı ise şöyle gerçekleşmiştir, 16 Mart 1988 yılında Halepçe bölgesine düzenlenen kimyasal saldırıyı düzenlemesi ve komutanlığını yapması için başarılı bir pilot olan Türkmen Aydın Tayyar yani üçlü adıyla Aydın Mustafa Hamit görevlendirildi. O dönemin yetkili isimlerinden ve Saddam Hüseyin'in amcasının oğlu olan Ali Hasan Mecid (Kimyasal Ali) Aydın Tayyar'ı çağırır ve böyle bir saldırının komutanlığını yapmasını ve düzenlemesini ister. Ancak Tayyar hiç düşünmeden bu görevi reddeder ve Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin ile görüşmek istediğini söyler. Söylentilere göre Tayyar, Saddam ile görüştükten sonra görevi kabul etmediği için zindana atılır ve Halepçe saldırısı yapıldıktan 6 ay sonra idam edilir.

Necat Nuri, Aydın Tayyar ile son günlerini geçiren bir tutuklu. Aydın'ı şöyle anlatıyor : "Aydın ile konuştuk ve dedi ki, ben kimyasal saldırıyı yapmam dediğim için zindana atıldım. O anlatırken ben durumuna ağlamaya başladım ama o gülümseyerek bana dedi ki benim vicdanım rahat. Son günlerinde ise konuştuğumuzda döndü dedi ki ben bir millet için ve o millete zarar vermemek için muhtemelen canımı vereceğim, sence onlar beni saygıyla hatırlayacaklar mı ?” Daha sonra son günü onu götürürler iken beraber çok ağladık." Diyor.

Aydın Tayyar'ın Kız Kardeşi Olan Meysune Mustafa vefatından önce konuşurken alınan ses kaydında "Aydın özgürlüğü savunan biriydi. Her zaman Mücadelecileri ve özgürlükçüleri severdi. İnsan katletmenin ve kimyasal saldırıların karşısındaydı. O yaşında bile "Aydın Tayyar 31 yaşında iken idam edilmiştir." Para ve makam için vicdanını satmamıştır."

Bölgesel bir Kürt yayınına konuşan Aydın Mustafa’nın kardeşi Ali Mustafa, “Ağabeyim yurtsever biri olduğu için onunla gurur duyuyoruz. Kürtleri çok severdi. O Türkmen idi ve hiçbir zaman etnik oluşumlar arasında fark gözetmezdi. Canı pahasına da olsa böyle önemli bir talebi kabul etmediği için onunla gurur duyuyoruz” dedi.

Aydın Mustafa’nın arkadaşı Cevdet Ali,“O bir insanlık dostuydu. Herkes tarafından seviliyordu. Herkese yardım etmeyi severdi” diye konuştu.

Türkiye olarak sıkıntılı dönemlerden geçtiğimiz şu günlerde böylesine insanlık için kendini feda eden büyüklerimizden haberdar olmak ne güzel, onların mücadele ettikleri zalimlere karşı mazlumun yanında olmak ne güzel. Bu olaydan Türk halkı olarak çıkaracak çok paydamız ve bizi birbirimize bağlayıp bir bütün yapan çok sebeplerimiz olduğunu unutmamalıyız.

Şehidimizin ruhu şad mekanı cennet olsun sevgi ve saygı ile… 
NERMİN SOYTÜRK

20 Nisan 2017 Perşembe

İKİ ÜLKE BİR MEDENİYET


Osmanlı Devleti’nde halkın sosyal hayatta her türlü ihtiyaçları külliyeler çevresinde, vakıf sistemi sayesinde siyasi bir otoriteye ihtiyaç duymaksızın sağlanırdı. Kuruluşundan dağılışına kadar yüzyıllar boyunca yasamış olan bu müessese ile Osmanlı insanının da doğumundan ölümüne kadar dini, sağlık, eğitim gibi ihtiyaç duyduğu her alanda gereksinimleri ücretsiz bir şekilde sadece Allah rızası için karşılanmıştır. Sadece başkentte değil devletin sınırlarının ulaştığı her yerde bu sistem tesis ettirilmiş, en uzak bölge bile Osmanlı Medeniyeti ile tanıştırılmıştır.

Bu medeniyet ki devleti yıkılsa bile zamana direnmiş, yapılmış vakıf eserleriyle hala Osmanlı mirasını sürdürmekte. Bu medeniyet ki bugün sınırlarımız dahilinde olsun ya da olmasın hala devletinin adını yaşatmakta. İşte bu şehirlerden biri Bursa diğeri de Saraybosna…

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde “Bosnasaray’ı” bakımlı, süslü ve şenlikli taşlık şehir olarak ifade eder. “ Aşağısı ve yukarısında sayısız sınırsız akarsular nehirler akıp her tarafı gül-ü gülistan, şebekeli bahçeler ve Rıdvan cenneti bahçesi gibi sayısız bostanlar ile bezenmiş bir şirin şehir” olarak bahsettiği Saraybosna’dan Fatih Sultan Mehmet’in emaneti olarak bahseder. (Seyahatnâme 5.Cilt, 2.Kitap)

Bosna, Saraybosna ismini her okuduğumuzda yüreğimizi burkan, içimizde hüzün uyandıran bir kelime. 15. Yüzyıldan beri Osmanlı’nın bir parçası olan bu şehir ne acıdır ki 19. Yüzyılın sonunda sınırlarımızdan ayrıldı. Sınırlar ayrılsa da kalplerin hiçbir zaman ayrılmadığı bu şehirde Osmanlı mirası her şeye rağmen devam etmektedir.

Ne Sırplar yok edebilmiştir bu bağı ne de zaman, ne mermiler yıkabilmiştir bu mirası ne de bombalar. Sebil hala Başçarşı’nın ortasında durmakta, dört tarafındaki minarelerden hala İslam’ın adı yükselmektedir. Biraz yorgun düşse de bu şehir Başçarşı’nın etrafında zaman durmaktadır. Osmanlı medeniyetinin estetik, kültürel ve tarihi bağlarla bağlandığı bu yer Bosna‘nın kalbidir.

Adım başı Osmanlı mirasına rast geleceğiniz bu şehri asla bir turist gibi güle oynaya gezemezsiniz. Bir turist gibi hissetmezsiniz çünkü bir o kadar yaşadığımız şehirlere benzer. Büyük bir sevinçle gezemezsiniz, çünkü içinizde onurlu savaşın hüznü ve saygısı olur. Her yanı ayrı bir hikâyedir.

Mavi kelebekler ülkesinin başkenti en çok Bursa’yı çağrıştırır. Çarşısıyla, esnafıyla, sebiliyle, hanıyla, verdiği huzurla bu iki şehir tek bir ülke hissi verir. Bu nedenledir ki Saraybosna Kardeşlik Çeşmesi buraya layık görülmüştür. Bosna Başçarşı’da olduğu gibi Bursa Kapalı Çarşısı’nda da sizi bir adet ahşap sebil selamlar. Saraybosna’da Gazi Hüsrev Bey Camii’ne hayranlıkla bakarsınız, Bursa’da Ulu Cami’ye. İki Osmanlı Hanı; Morica ve Kozan Han. Dükkânlar ve zanaatkârları hepsi ortak bir medeniyetin mirasını devam ettirmekte. İki tipik Türk çarşısında da adım adım Osmanlı tarihi ve kültürü iliklere kadar hissedilmektedir.
Eminim fotoğraflara bakarken hangisinin Bursa, hangisinin Saraybosna olduğunu anlamakta zorlanacaksınız. Bu iki Osmanlı yadigârı, tarihi bir şehir tablosunu seyredermiş gibi hala hayranlıkla kendisine çeker.

Her şehrin birbirine benzemeyen bir duygusu vardır ya o Saraybosna’nın hüznüdür sadece. Neredeyse her köşe başında karşımıza çıkan kurşun izleri ve tepelerdeki mezar taşları sizi başka hiçbir şehirde hissetmediğiniz bir duygunun içine sokar. Sonra o şehri gezmeye başlarsınız ve o duygu yerini hayranlığa bırakır.

Modern savaş tarihinde en uzun kuşatmaya maruz kalan bu şehirde sadece Osmanlı izlerini değil çok çeşitli bir etnik zenginlik görürsünüz. Her dinden insan ve farklı dini yapılarıyla eşsiz bir mozaik sunar. Bir tarafı tipik bir Anadolu kasabasıyken diğer tarafı bir Avrupa kentidir. Bir tarafta Gazi Hüsrev Bey
Cami; diğer tarafta Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi ve Sinagog. Avrupa’nın Kudüs’ü tabiri sanırım en çok bu ülkeye uyar.

Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar bir zamanlar kardeş gibi birlikte yaşardı bu şehirde, savaşın değil barışın baş şehriydi. Savaştan sonra ise yıkılmış yapılarla beraber insanları da parçalanmış bir şekilde birlikte yaşamaya devam ediyor. Yapılar yeniden tamir edilip tek tek ayağa kaldırılmaya devam ediyor lakin ya ölen insanlık?

“ Zambaklar yeniden açar
Çıkmaz denilen bir sokağın sonunda
Bosna özgürlüğe sevdalı bir kuş olur
Bilge kralın avuçlarında
Mostarı mermiler değil ayın gölgesi bulur
Delikanlıları sniperlar değil bir çift mavi göz vurur

Zambaklar yeniden açar
Kör ve sağır Avrupa’nın tam ortasında
Çöldeki susuzluk son bulur
Özgürlüğün altın kaplı kırbasında
Zambaklar yeniden açar
Bir zafer muştusunda
Nemrut ateşleri gül bahçesi olur
Tuzlada,Saraybosnada Mostarda … “ 

( Tayyip Bosnalı)

''Eminim fotoğraflara bakarken hangisinin Bursa, hangisinin Saraybosna olduğunu anlamakta zorlanacaksınız. Bu iki Osmanlı yadigârı, tarihi bir şehir tablosunu seyredermiş gibi hala hayranlıkla kendisine çeker.''


















Büşra Cansız: İstanbul Üniversitesi-Tarih-Sanat Tarihi

9 Nisan 2017 Pazar

BİR MASAL SARAYI -ELHAMRA-


Endülüs Medeniyetinin mimariye yansıyışının en anıtsal örneği olan Elhamra’nın görkem ve acı dolu tarihini bilir misiniz?

8.yüzyıldan itibaren İlâ-yı Kelimetullah gayesiyle İber Yarımadası fethedilmeye başlanmış ve İslam dünyası ile Avrupa'nın batısı arasında bir köprü kurulmuştur. İslam Medeniyetinin, Endülüs’ün kendine özgü ilim ve sanatıyla daha da gelişerek oluşturduğu zengin birikim, bazı tercümeler sayesinde batıya taşınmış böylece Avrupa da bir aydınlanma dönemi başlamıştır. Ziya Paşa ne de güzel anlatır bu sonradan aydınlanmayı;
“Ger Endülüs olmasa ziyâdâr, Kim Avrupa'yı ederdi bidâr” (Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa'yı bilgisizlik uykusundan kim uyandırırdı?)

Kurulan Endülüs köprüsüyle yaşanan medeniyet alışverişleri ile bölgede zengin bir mozaik oluşmuş ve üç semavi dinin insanları bir arada huzurla yaşamıştır. Bu zengin medeniyeti Nobel Ödüllü Fransız Fizikçi Pierre Curie şu sözleriyle kabul eder;
“Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olurduk”

İşte Elhamra böyle ileri bir medeniyetin mimariye yansıyışının en anıtsal örneği olup, her şeyiyle bir masal sarayını andırır.

Ortaçağ’dan günümüze kalmış Avrupa’da ki en anıtsal Müslüman sarayı olan Elhamra Sarayı, Endülüs’ün muhteşem yüzyılında değil bir politik ve ekonomik çöküş döneminde inşa edilmiştir. 13.yüzyılın başlarında Endülüs’ün son kalesi olan Granada’da (Gırnata) şehre hâkim bir tepe üzerinde inşa edilen saray, tamamlandığı günden itibaren İslamın Avrupa'daki geçmişine tanıklık eden en büyük anıt olarak, İslami-tarihsel mirasımızı temsil etmeye devam etmektedir.

İslam'ın yaklaşık olarak 800 yıl boyunca hüküm sürdüğü Endülüs topraklarında zamana meydan okuyan, İslam sanatının en güzel örneklerinden cennet misali bir saraydır Elhamra.


Sarayın Arapça Kırmızı “Kızıl” anlamına gelen Elhamra sıfatıyla tanımlanması, sarayın dış görünümünde ve avlularda tamamen hâkim olan kızıl renkten ve toprağından ötürüdür. Kızıl renk sarayın hüzünlü kaderini tahmin edercesine adı olmuştur. Keza Arapların Endülüs'te son düşen kalesidir “Elhamra”…

Elhamra sarayı tek bir saraydan ibaret değildir. Şehir içinde şehir barındırır adeta. Bundan akdem Araplar buradan bir kasır değil, Medine olarak bahsederdi. Her yanında meyve bahçeleri, çayırlar, bağlar, saraylarla kuşatıldığını söylemiştir İbn-i Batuta.

Uzun bir zaman dilimi içinde yapılmış olan saray, onu destekleyen birçok yapı barındırır. 3 ana bölümden oluşmasıyla Endülüs’ün incisi olan Elhamra, Osmanlı'nın incisi Topkapı Sarayı’na da benzer. İkisinin mukayeseli anlatımı sanırım Elhamra Sarayı’nı anlamada daha da yardımcı olacaktır.

Elhamra Sarayı’nda ilk olarak karşımıza kamusal işlerin yürütüldüğü Mexuar çıkar. Buradan öteye halk geçemezmiş. Tıpkı Topkapı Sarayı’nda ki Bab-ı Hümayun yani 1.Avlu gibi. Osmanlı’nın Birun kısmı olan bu bölüm halkın serbestçe girebildiği tek alandı. 2. bölüm ise yönetimle ilgili özel işlerin görüşüldüğü Mersinli Avlu’dur. Osmanlı’da ki Divanhane’nin de yer aldığı, devlet işlerinin görüşüldüğü 2.Avlu gibi. Son bölüm ise kralın ve eşlerinin yer aldığı Aslanlı Avlu’dur. Mahremiyet çok önemli bu bölümde. El Hamra, mahremiyetin mimariye en güzel yansımış örneklerinden biridir aynı zamanda. Topkapı Sarayın’da Harem kısmı ayrı tutulsa da, 3. Avluda Enderun kısmından sonra padişahın hususi köşkleri
yer alır. Bu bağlamda Elhamra Sarayı Hitit ve Osmanlı Sarayları gibi 3 ana bölümden meydana gelmiştir.

Saray ve bahçeler, 1302-1309 yılında Sultan III. Muhammed’in hükümdarlığı esnasında inşa edilmiştir. Cennet’ül Arif denilen bu bahçeler Elhamra Sarayı’nın cennet olan özlemini ifade eder ve ince bir zarafetle ilmek ilmek işlenir sarayın her köşesine. Dünyada hiçbir medeniyette su bu kadar güzel kullanılmamıştır belki de. Her tarafta bin bir çeşit meyve ağaçları ve çiçekler. Su ve yeşilin muhteşem bir uyum eşliğinde kullanıldığı bu dillere destan bahçeler gören her gözden aynı özlem dolu kelimeyi dillere döker; Ahhh Endülüs!

Yahya Kemal Beyatlı İspanya’da bulunduğu elçilik görevinde hayran kaldığı Elhamra Sarayı’nı şu sözlerle anlatır. “…Elhamra’ya basit bir dış kapıdan giriliyor. Girerken hârikulâde bir mekan içine girileceğinin farkına bile varılmıyor. Girdikten sonra bir alemden başka bir aleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, öylesine bir hayret içindeydim...” Gerçekten de hayranlık uyandıran asaletiyle, görenleri romantik bir Orta çağ masal sarayının içine sürükler Elhamra.


Elhamra Sarayı; duvarlarına işlenmiş geometrik şekilleriyle, estetik ve statiğin birleşimiyle bugünün dahi mimar ve mühendislerini zorlar. Endülüs Medeniyetinin ulaşmış olduğu parlak zirveyi bir kez daha gözler önüne seren bu sarayda tüm oda ve salonları çepeçevre saran bir sözcük, Elhamra'nın sırrını özetler adeta. Tüm Elhamra Sarayı’na damgasını vurmuş olan bu tılsımlı sözcük, Yusuf Suresi’nden olan “Ve lâ gālibe illallah” yani Allah'tan başka galip yoktur sözüdür. Endülüs düşmüş, İslam Medeniyeti bu topraklarda kaybolmaktadır belki ama bu tılsımlı sözcük Elhamra’yı hala ayakta tutmaktadır. İslam’ın adını göklere haykıran Elhamra, Allah'ın tek galip olduğunu tüm dünyaya gösteren sembol bir anıttır. Bu inancın mimariye yansıyışı Allah’a tevekkül etmenin en güzel örneklerinden değil midir?

Sarayın en görkemli alanlarından Elçiler Salonu’nda Mülk Suresi’nden, Hükümdarın tahtında oturup halkı kabul ettiği yerde Ayetelkürsi’ye sarayın her köşesinde bir ayete rastlamak mümkündür. Elhamra’nın döşemelerinde saklı bu güzellikler, İslam Medeniyetinin en büyük hazinelerinden biridir.

“Böbürlenme sultanım senden büyük Allah var” sözünü hatırlatırcasına sultanları kibirden uzak tutmayı amaçlayan bu ayetler maalesef ki başarılı olamamıştır. Tarık bin Ziyad’ın torunları, Endülüs şehirleri bir bir Hristiyanların eline geçerken dünya saltanatının oyunlarına, tahtın büyüsüne aldanmıştır. 2 Ocak 1492'de Elhamra Kararnamesi'ni kabul eden Endülüs’ün son emiri Ebu Abdullah, şehrin anahtarlarını savaşmadan Aragon Kralı Ferdinand’a teslim ederek şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Böylece Endülüs’te ki son İslam toprağı olan Gırnata Emirliği ’de kaybedilmiştir.

Annesi Ayşe’nin: “Ağla oğlum ağla! Vaktiyle bir erkek gibi savunamadığın şeyler için şimdi bir kadın gibi ağlamak yaraşır sana” dediği nakledilir tarihçiler tarafından. Hükümdarın ağladığı bu tepe, daha sonra “Puerto del Suspiro del Moro” yani Mağriplinin/Arabın Ağladığı Yer olarak anılmaya başlar. Elhamra, Granada'yı savaşmadan terk eden bu son emirin gözyaşı döktüğü hüzünlü sonu ile tarih sayfalarındaki yerini alır.

Ziya Paşa, Endülüs Tarihi adlı kitabında İslam’dan sonra Endülüs Medeniyetinin izlerini Tarihçi Voyadu’nun şu sözleriyle anlatır: “Onların sayesinde görülen medeni faydalar ve insani güzelliklerin teşekkürünü ve böyle yüce bir kavim hakkında kendilerinin sonradan ettikleri barbarlıkların dehşetini hala Avrupa halkının kalplerinde çıkaramadılar.”

Elhamra Sarayı Katolik hükümdarların yönetimi altında varlığını sürdürmeye devam etmiştir. 19.yy gelindiğinde ise perişan haliyle dikkat çeker. Saray duvarlarının üstüne ziyaretçiler adlarını kazımış, hatıra olarak yanlarına parçalarını götürmüşlerdir. Cenneti tasavvur ettiren o bahçeleri yok olmuş, su
sanatı çeşmeleri akmıyordu artık. Avrupa’nın geri kalanı cehalet ve karanlığa batmışken, Endülüs Medeniyeti’nin sahip olduğu mükemmeliyet ve aydınlığın yeniden hatırlanması biraz uzun sürmüştür.


Fransız ressam Henri Regnault, Granada’ya gittiğinde Elhamra’nın büyüsüne kapılmış ve “Bunu yapan sanatçının yanında biz barbar, vahşi canavarlarız” diyerek hayranlığını belirtmiştir. Böylesine narin bir zarafet karşısında hayran kalmamak ne mümkün ?

Yıkıntıya dönmüş saray üzerine birçok Avrupalı aydın dikkatleri üzerine çekmeye çalışmış, İngilizce okuyan dünya bir kez daha Elhamra’nın görkemiyle tanıştırılmıştır. Arkeologlar, yazarlar ve ressamlar sayesinde yeniden hatırlanan Elhamra’da, “19. yüzyıl sonunda başlayan yenileme çalışmaları 20. yüzyılda, özellikle yabancı ziyaretçilerin artışı sonucu hız kazanmıştır.” Endülüs birikimini en fazla muhafaza edebilmiş yerdir Gırnata ve Elhamra.

Bugün ise Elhamra, dünyanın her tarafından gelen milyonlarca turist tarafından bir masal sarayı olarak görülmekte ve herkesi büyüleyerek kendine aşık etmektedir. Her bir taşı mazinin ihtişamlı ve hüzünlü öyküsünü anlatır bize. Neleri yitirdiğimizi bir kez daha düşündürür ve hatırlatır. Geçmişin hatıralarında zaman durur ve tarihi bir yolculuk başlar; İslam’ın batıdaki sancağı Endülüs’e…




*Büşra Cansız- İstanbul Üniversitesi- Tarih-Sanat Tarihi

28 Şubat 2017 Salı

Doğu-Batı Eksenli Millet Kavramı




Türkçede kavim, ırk, topluluk anlamında kullanılan "millet" kavramı, İslam literatüründe farklı olarak "gidilen yol" manasına gelmektedir. Bu bağlamda Doğuda millet kavramının "din ve şeriat" anlamında kullanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Doğuda Müslümanların "millet", Batıda Hristiyanların "nation" dediği kavram aynı zannedilse de farklı coğrafyalarda çeşitli kalıplar içerisine girdiği muhakkak. 

Hristiyanların "nation" anlayışında din daha az etkide olup kavimsel ve etnik unsurlar ağırlıklıdır ki biz buna örnek olarak Haçlı seferlerini verebiliriz. Bu seferlerde din olgusu ile hareket edildiği iddia edilse de etnik kimlik her zaman daha ön plandadır.

Doğu toplumlarına bakıldığında ise geleneklere bağlı ve dış etkilere daha kapalı bir saha ile karşılaşıyoruz. Unutulmamalıdır ki bu coğrafyadaki topluluklarda din, toplumsal kimlikten ayrılamaz. 

İlahi dinlerin etkisiyle aynı inanca bağlı kimseler kendilerini tek bir millet olarak kabul edip, dışta kalanları ötekileştirmişlerdir. Bunun en akla gelir örneğini Yahudiler oluşturmaktadır. Kendilerini seçilmiş bir millet olarak gören bu grup diğerlerine Centil ya da Gentile diye adlandırır. Tanah ve Eski Ahit'te "İsrailoğulları'ndan olmayan" manasında kullanılan bu tabir günümüzde "Yahudi olmayan" anlamında kullanılır.

Yahudi kendini asil görür, Hristiyan zenciyi aşağı görür. 
İslam ise tüm Müslümanların tek bir millet sayılmasının yanı sıra başka milletlerin de olabileceğini kabul eder. Bu konuda İslam düşünürleri, millet ve toplum terimlerinin bir bütünün farklı yönlerini tarif ettiğini savunurlar. 

Bir Türk-İslam devleti olan Osmanlı'da bu konunun yansımalarına bakacak olursak, milletin temelini din oluşturmaktaydı. İslam dinindeki hoşgörü esasını yönetim politikasına yayan Osmanlı Devleti, fethettiği yerlerdeki yerli unsurları tahrip etmemenin yanı sıra onları her türlü baskıdan kurtarmıştır.

Osmanlı devlet idaresinde hakim unsur mütemadiyen Müslümanlardı ancak gayrimüslimlere zamanın şartlarının ötesinde bir özgürlük bahşedilmişti. Orta-çağda ve modern dönemlerde üç ilahi dini resmen tanımış ve onların haklarını güvence altına almış tek devlet olan Osmanlı, başka ülkelerden baskılar sebebiyle kaçan diğer gayrimüslimlere de her daim kucak açmıştır. Misal verecek olursak, İspanya'dan "reconquista" hareketi doğrultusunda çıkartılan sadece Müslümanlar değildi. İspanya'dan sürülen Seferad Yahudilerine de Osmanlı'dan başka hiç bir devlet kapısını açmadı. 

Genel olarak bakıldığında millet sistemi, iki gruba ayrılan (Müslümanlar-Gayrimüslimler), inanç farklılıkları esası üzerine kurulmuş ve bu farklılıkları koruma amacı güden çok kültürlü bir teşkilattır. 
Batı devletleri gibi farklılıkları benzer yaparak, tek tip bir toplum oluşturma gayesinden ziyade farklılıklar ile barış içinde yaşamayı amaçlayan Osmanlı'da ki temel politika devlet otoritesini tanıma ve onun yasalarına uymayı esas alır.

Osmanlı millet sistemi, 19. yüzyılda kendi orta sınıfını oluşturan Osmanlı gayrimüslimlerinin ve aydınlarının Batı'nın etnik milliyetçiliğine yönelmelerine dek sürdürülmüştür. Dini esas alan Osmanlı toplumunda, milliyetçilik akımı etkisiyle ekstra hak isteyen ve Osmanlı'dan ayrılma talebinde bulundan gayrimüslimler, yine bu din olgusu üzerinden hareket etmişlerdir. Çünkü kendi milli kiliselerini kuran etnik gruplar arasında milliyetçilik düşüncesi daha hızlı yayılmıştır.

19. yüzyılda, geleneksel millet anlayışını Batının "nation" anlayışına çevirme çabaları içerisine giren Osmanlı, 1856 Islahat Fermanı ile her bireyin eşit olduğunu duyurarak millet sistemine son vermiştir. Bireyi esas almaya başlayarak etnik kimliği öne çıkartma amacı taşıyan politikalar toplum yapısını sarsmıştır.

Bu durumun etkisiyle iki akım ortaya çıkmıştır. Bir taraftan Osmanlı Devleti'nin etnik kimliği vurgulanmaya başlamış, diğer taraftan ise birliği koruma amacı ile devletin dini özellikleri ön plana çıkartılmıştır. Biz bu politikalara günümüzde, Türkçülük ve İslamcılık diyoruz. (Ayriyeten söylemek istiyorum ki, bu -cı/-ci ekleri ile biten sözcüklerle aram hiç iyi değildir, lakin durumu belirtmenin en kısa yolu buydu.)

Sonuca bakıldığında ise karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor; 600 yıldan fazla ömrü süresince farklı unsurların birlikteliğinde güzelliği yakalayan ve din esaslı millet sistemine göre yönetilen Osmanlı, 19. yüzyılda Batı'dan devşirilen "nation" anlayışının gayrimüslim unsurlar arasında yayılması ile bir kırılma sahasında yol almaya başlamıştır. Bu tarihlerden itibaren gayrimüslimler arasında etnik kimlikler ön plana çıkartılmışsa da Müslümanlar uzunca bir süre din olgusunu birleşme noktası olarak kabul etmişe benziyorlar. Bunun sebeplerini çeşitlendirebiliriz; Arapların bağımsızlık istemelerini engelleme veya 1. Dünya Savaşı başlangıcında dahi hala inanılan halifenin gücünden kaynaklı olabilir. 

Türk milliyetçiliğinde ise yine toparlayıcı güç İslamiyet'tir.
Cemil Meriç’in dediği gibi: “Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek insan, tek kalp haline getiren İslamiyet olmuş.”

Batı tarafından kabul ettirilen dil-etnik kimlik esaslı laik milliyetçilik anlayışını kabul eden, Türkleri Batılılardan öğrenen ve Batı oryantalizminin doğurduğu tarih anlayışına sıkı sıkıya sarılan günümüz "zihni göçebe aydınları", Descartes'in şu sözlerine kulak vermelidirler; 
"Uzak coğrafyalara ve çok eski tarihlere aşırı ilgi, insanı kendi zamanı ve vatanı konularında bilgisiz bırakır."

Ulaşılmak için çabalanacak yegane ütopya yerli ve milli bir "milliyetçilik anlayışı" ve "tarih şuuru" olmalıdır.

Gelin kendi coğrafyamızın tüm unsurlarını inceleyelim, zira Orta Asya'nın derinliklerinde boğulmak zannettiğimiz kadar günümüzü anlamlandırmıyor olabilir.

*Asya Setinay KARAGÜL

21 Şubat 2017 Salı

"Sabır acı, meyvesi tatlı"



Selamun Aleyküm diyerek söze başlayalım. 
Bu dünyada ne kadar sabırlıyız? Bu sorudan ilerleyecek olursak, hayatta her şey istediğimiz gibi gitmez ve istediğimiz şeyler kolay kolay verilmez. Allah kimi kuluna arzu ettiği şeyi kısa bir süre sonra verirken kimi kuluna da "Sen bekle kulum!" diyerek onu kapısında bekletir bir süre. Bazen bir kaç gün, bazen bir kaç ay, bazen de yıllar sürer ama eninde sonunda iyisiyle veya kötüsüyle bir şekilde karşısına hayırlı olanı çıkarır. 
Aslında bu iş bana göre, tuğla dizmeye benziyor desem yanlış olmaz. İnsanoğlu fıtratı gereği fazla sabırlı yaratılmamıştır. Allah isteseydi elbet bu şekilde yaratırdı ama bunu bizim çabamıza bağlı kılmıştır. Kimileri bu tuğlaları dizerken sabırla, sonuna kadar dizer. Kimileri de biraz dizer ve daha işin sonuna gelemeden pes eder (isyan etmektir) ve bu noktada kendinize şu soruyu sorun bence, "Acaba ben bu dünyada tuğlaları sonuna kadar dizenlerden miyim yoksa yarı yolda pes edenlerden miyim?"
Burayı sizlere bırakıp devam ediyorum... Anne karnındaki bir bebek herhangi tıbbı bir sorun olmadığı sürece 9 aylık gelişimini tamamlamadan doğması mümkün değildir. Şöyle bir şey düşünelim; Bir annenin, ben çocuğuma kavuşmak istiyorum diyerek ona erkenden sahip olabilmesi mümkün mü? Velev ki böyle bir şey mümkün, o zaman bebek sağlıklı bir şekilde dünyaya gelir mi? Vaktinden önce çiçek açmaz denir ya arzu ettiklerimizde vaktinden önce gerçekleşmez. Bu durumla ilgili  örnek ayet vermek isterim: 
"Bugün ben, gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. şüphesiz onlar, kurtuluşa ve mutluluğa erenlerdir." ( Mü'minun suresi,111 ) ayette de belirtildiği gibi sabretmenin sonucu mutluluktur! 
Fakat biz insanoğlu ne yaparız, üç gün isteriz üçüncü günün sonunda da ben üç gündür dua ediyorum ama olmuyor deriz. Peki güzel insan! İyi güzel de sen üç gün istemişsin ama olmamış bir daha dene. Üç gün değil de bir hafta dene, yine mi olmadı? 15 gün! Yine mi olmadı yine, yine, yine... Sen olana kadar devam etsen ne olur? Sen nasıl her gün yemek yemekten vazgeçmiyorsan, (üstelik ne kadar yersen ye acıkıyorsun) sonunda dua etmekten niye vazgeçiyorsun? 
Peygamber Efendimiz ( s.a.v ) şöyle buyuruyor:
"Allah, kulu aceleci tavırlar yapmadığı sürece dualarını kabul eder. Azimli olmak lazım kolay pes edenlerden değil, sonuna kadar koşanlardan olmak lazım." 
Yine Peygamber Efendimiz ( s.a.v ) den bir örnek verelim. Hepimizin bildiği üzere zorlu bir İslamı yayma süreci olmuştu ve Peygamber Efendimiz'in ashabından Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Hz. Peygamber'i , kavmi taşlamış ve onu yaralamıştı. O ise Allah'a şöyle dua ediyordu: Allah'ım halkımı bağışla çünkü onlar gerçeği bilmiyorlar." 
Peygamberimiz'in bu tutumu ve Allah'ın yardımıyla bir dönem sonra Taif halkı tümüyle Müslümanların hakimiyetine geçti ve o taş atanların büyük bir kısmı da Müslümanlığı kabul etmiştir. 
Görüldüğü üzere, Peygamber Efendimizin bu kadar sabırlı ve kararlı olmasıyla ve tabi ki  Allah'ın da izniyle, sıkıntılarının sonunda mücadelesinde galip gelmiştir. O'nun ümmeti olarak bizim de aynı sabır ve kararlılıkta olmamız ve ne zaman sabrımızın artık yetemeyeceğini düşünürsek aklımıza Peygamber Efendimiz'i de getirmeyi unutmamalıyız. 
Başka bir pencereden de bakmak gerekirse, belki de istediğimiz şey bekledikçe güzelleşir ve bizim hayal ettiğimizden daha iyisi olur. En önemlisi de sen 'sabretmek nedir' bilmezken, bu işin sonunda sabretmeyi öğrenmiş olursun.
Bir diğer önemli husus da nasıl istediğimizdir. Gönülden mi yoksa gelişi güzel mi istiyoruz(?) Bugün hangi işe başlarsak başlayalım eğer içimizden gelerek yapmıyorsak, mutlaka bir aksilik yaşanır. İşte isterken de eğer gönülden değil de dil ucundan söylersek olması biraz daha zorlaşır. 
Bu kapıyı nezaket ve incelikle çalıp arzu ettiklerimiz içinde sonuna kadar beklemeliyiz. Evet, belki zor olacak kimi zaman pes edeceğiz ama ne zaman böyle olursak aklımıza şu gelmeli; Allah kulunu boşuna bekletmez! İşte O'na sonsuz güvenmek! İşin sırrı burada. Beklemek kimi zaman yorucu da olsa bekleyin! İyi ya da kötü arzu ettiğiniz şey gerçekleşse de gerçekleşmese de eyvallah demesini bilmeliyiz. 
Bir Şems Tebrizi sözüyle noktalamak istiyorum. "İlim üç şeydir; zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden." 

Hayatınızda ki en güzel kıyafetiniz sabır olsun ve her şey gönlünüzce değil hakkınızda hayırlısı nasılsa öyle olsun...

*Merve Fırat

17 Şubat 2017 Cuma

Thomas More/Her Devrin Adamı(2)



2. Bölüm: Ütopya “Bir Ulu Rüyayı Görenler Şehri”



Ütopya…
Bir ulu rüyayı görenler ülkesi
Ne yazan sıkılır yazanda seni
Ne okuyan bıkar hayal edende
Bir kuru meczubuz gezen her yerde
Çölde vahasını arayan bir mecnun misali
Bekliyoruz heyecanla o güzel visali

Evet, bu yazıyı okuyan sevgili kardeşim; yelkenleri fora ettik ve güzel bir yolculuğa koyulduk. Azığımız ilim ve ara sıcağımız şiir. Haydi devam edelim bu yolculuğa. Ulaşmak için menzile yardım etsin bad-ı saba…

Ütopya kitabını yazarken Thomas More’un tek amacı hiç şüphesiz ki Mo gibi ya da Atlantis gibi var olmayan ya da var olması muhtemel bir şehri ya da milleti ele almak değildi. Niyeti içinde yoğrulduğu devletin yasalarını, yönetimini, bağlı olduğu kralı ve din adamlarını kıyasıya eleştirmekti. Bunun için ironiyi paravan olarak kullandı. Yalnız bu işi biraz abartmış olacak ki bazıları bunu sadece şaka olarak algıladı. Ama gören göz, yazan kalem, dökülen mürekkep ne için yazıldığına şehadet etmiş olsa şüphesiz ki benim ayak izimi takip edecektir. Tıpkı benim de kitabın mukaddimesini takip edip kabullendiğim gibi. Kitabı kaleme alırken içindeki aşk Rönesans'ın bitmek bilmeyen -okunması yasak olmasa da hoş görülmemesine rağmen- klasikler sevdası ve müthiş hümanizmin getirdiği gönül huzurudur diyerek sade bir ifadeyle açıklamış olalım. Kandilimizi aldıysak artık bu zifiri karanlıkta rahatça yol alabiliriz.

Kitabın adından başlayalım. Evet yukarıda geçtiği gibi kitabın adı Ütopya. Nam-ı diğer “hiçbir yer” açıklaması bu meyanda. Bu ülke uzayda değil yalnız tamamen gerçek de değil sanırım bir sırrı daha ifşa ettik. Yeni Dünya denen bugünün Amerika kıtasında bir yer. Zaten kitabın adından bir ironiler silsilesi ile karşılaşacağınızı anlamışsınızdır umarım. Kitabı 1515 yılında tanıştığı dostu Peter Gilles’in gezgin bir arkadaşı olan Raphael Hythloday’den dinlediği hikayeye dayanıyor. Daha sonra 1516 da bu kitabı yayınlıyor. 

Şimdi burada da ayrı bir latife var. Onu da hemen söyleyeyim kim “Hythloday” latince bir kelimedir ki manası “bol keseden atan” demektir. Bu da bizde “Acaba böyle biri var oldu mu ya da hayali bir karakter mi?” hissi yaratsa da neyse ki kitapta More’un evvela dostu Peter’e bir mektubu mevcut ki bu mektubun hemen ardından Peter Gilles Busleiden’e mektup yazıyor. Bu kişi “bol keseden atan” Raphael mi diye düşündüm fakat fazla karıştırmadım. Zira hazineye ulaşmak isteğiyle yanıp tutuşuyordum.

More, bir ikindi vakti taa güneşin gurub vaktine akşam yemeğine kadar, bu devleti dostu Peter ile birlikte Raphael’den dinliyor ya da dinlemiş süsü veriyor. Biz dinlediğini var sayıyoruz. Amma muhtemeldir ki devrinin şeametinden korkarak onu ironik bir biçimde karşımıza sunuyor. Mesela kitaba Hythloday’in kız kardeşinin oğlu Anemus’un şiiriyle başlıyor. Bu da Latince “rüzgar” demektir. Kitabı iki kısma ayırıyor ki ilk bölümü kısa sohbet eşliğinde kendi ülkesini ve diğer ülkeleri Raphael’in ağzından eleştiriyor böylece Ütopya’yı merak ettiriyor. Sosyal ve ekonomik politikaları yerden yere vuruyor. Ama bu üslubu kralın dikkatini çekmesin diye kitabın başında Kral için “Yönetim sanatının ustası yenilmez Majesteleri İngiltere Kralı 8. Henry” diye başlıyor. Bu açıdan ne kadar basiret ve firaset sahibi olduğunu anlamış oluyoruz. Belki de biraz yalaka demeliyiz. Sanırım bunu tarihçilere bıraksak iyi olacak. Kitabın ilk bölümü böyle sona eriyor. 
İkinci kısmında ise yukarıda geçtiği gibi Ütopya’yı anlatıyor. Tabi onun tahtında tüm ülkeler bunun nasibini alıyor.




Ütopya’dan bahsedelim birazda. Bu devletin anayasası yoktur ya da herkesin anlayabileceği basit bir dille yazılmıştır. Bu devleti kuran kumandan Ütopus henüz Ütopya’yı fethetmeden evvel orada din kavgaları varmış ve savaşan farklı mezhepler, ülkelerini savunmakta bile birbirleriyle işbirliği yapmayı kabul etmiyorlarmış. Onların bu halini gören Ütopus burayı hemen ele geçirmiş ve bir yasa ile dini hoşgörüyü ülkede hakim kılmış.

Ütopyayı biraz okuyanlar anlayacaktır ki More faziletli ve bir o kadar diğerkam bir kişiliktir. Ütopya’da özel mülkiyetin olmaması ve her şeyin devlete ait olması biraz bacasından kominizim dumanları çıksa dahi iyi niyet göstergesi olarak ele alıyoruz bu ifadeleri. Devamında ise bu memleket sakinleri yoksulluğun çaresini paraya asla değer vermemekte bulmuş ve her şeyi ihtiyaca malik olduğu kadar almayı adet edinmiş vaziyette. Giysileri tek çeşit elbise ki bunu her yerde giymekte özgürler. Çalışırken ya da bahçeyi sularken kitap okurken… Bu konuda kimse kınanmaz daha doğrusu dürüst sevecen ve her yönüyle mütebessim bir şahsiyetseniz eğer Ütopya’da hayırla yad edilirsiniz. Orada herkes birbirine iyi davranır ki biriyle küs iseniz kutsal mabede giremezsiniz. Her evde iki köle bulunur. Köleler bazen gözden düşmüş Ütopyalılardır -yalnız bunlara hiç hoş davranmazlar aksine tüm pis işleri bu kişilere yüklerler- bazen de diğer memleketlerden iltica etmiş olan insanlardır. Bunu onlar seve seve yaparlar. Ayrıca Ütopyalılar asla kendi rahatı için başkalarının özgürlüğünü kısıtlamaz yalnız başkalarının özgürlüğü için kendi rahatlarından feragat etmeyi fazilet addederler. Çünkü böyle durumlarda Tanrı onları ödüllendirecektir. 
Ütopya da başkent, “rüya şehir” manasına gelen Amarurottur. Şehrin ortasından geçen nehir, “suyu olmayan” manasına gelen Anydrus’dur. 
Çeşitli bölgelere ayrılı ve her bölgenin Protophylarc’ı (bölge yöneticisi) vardır. Bunlar tek bir kişi Phylarc’a (bilge şahsiyet,başkan) bağlıdır. Dost ülkeler Makaria(mutlu ülke)’dır. Nephelogate’ye (bulut diyar) ise savaşta yardım ederler. 
Düşman ülkeleri Abraxa(Pantolonu olmayan) ve Aloepolitane(Kör diyar)’dır. Bu ve bunun gibi sayısız özelliği vardır Ütopyanın. 

Fakat esas önemli olan kısmı bunlar değildir. Bunlardan kastedilen mana ve bir milletin aynı zamanda bir devletin nasıl olması anlatılmıştır. “Madem önemli değil niye yazdın?” dediğinizi duyar gibiyim. Meramım o güzel merakınızı kamçılamaktır. Böylece sizi kitabın başına oturtmaktır. Şimdi ben kendimce naçizane Ütopyayı anlattım. Şimdi sözü birazcık Thomas More’a vereyim. Sonuçta onun kaleminden anlattık ve onunda konuşmaya hakkı olduğunu tespit ettik ve tabi ki son noktayı onun koymasını istedik. Bir dervişin dediği gibi:
Yoktur dergahımızda söylenmemiş söz
Zira biz gökkubbe ehliyiz
Kibir kokan saltanatlara buğz eder
Hiçbir misafirin sözünü kesmeyiz
Sanma ki tarifi yoktur bu güzel ahvalin
Buna gebedir işte senin kalbin
Bul onu, çıkar o kara sandukandan
İşte yer açıldı sana dergahımızdan…
Aldı sözü Thomas More ve başladı keman ile bir taksim geçerek söze:
Size Ütopya Devleti’ni en doğru haliyle anlatmaya çalıştım. Bana göre Ütopya yalnızca dünyanın en iyi ülkesi değil, aynı zamanda kendisine bir devlet demeye hakkı olan tek ülkedir. Başka yerlerde, halkın yararından söz edenlerin hepsi, aslında kendi çıkarlarının peşindedir. Ütopya’da özel mülkiyet, özel çıkar yoktur…
Aslında, modern dünyadaki sosyal sitemleri gözden geçirdiğime, -yanlışsam Tanrı yardımcım olsun- bu sitemleri düzenlemelerinin sözde sebeplerinin altında, kendi çıkarlarını daha da artıran zenginlerin fesat tertibinden başka bir şey göremiyorum..
Son olarak başka bir isteği olup olmadığını Thomas More soruyoruz. Çünkü gereğinden fazla uzadı yazı. O da son kez kemanını ele alıyor ve şöyle diyor:
“… en büyük saçmalık da bütün sistemin komünizm, yani parasızlık üzerine inşa edilmesiydi.”
Efendim bunu açar mısınız? Diye soracak olduk fakat o çoktan kapıyı kapatmış bizi şöminede ateş ile odunun inanılmaz aşkını seyre bırakmıştı. Neyi kastediyor acaba merak ediyor musunuz?
Evet ve hayırlar curcunalar eşliğinde havada uçuşuyor. Bize sadece kitabı uzatmak kalıyor…
Daim selam ve baki ihtiram…

*Ahmet Hilmi YAŞAR

13 Şubat 2017 Pazartesi

Thomas More/Her Devrin Adamı (1)




Tarihler zemin ve zaman ışığında akarken insanlar hayatlarını idame ettirdiler. Kimisi zifiri karanlıkta bir kandil mesabesinde yaşadı kimisi sadece yaşadığı devirde nam salan bir mum ışığı mesabesinde. Kiminin sesi ta arş-u alayı titretti kimisi sadece anlaşılamayan muğlak bir ses idi. Ama her insan yaşadığı bu dünyaya dair bir fikir edindi fakat sadece yazanlar gök kubbenin sadasında anıldı. Kimi bu dünyaya ham geldi yanarak alev aldı ve pişerek terk-i hayat eyledi bazısı da sadece cızırtıların ve tınıların melodilerinden bir kuble oldu ya anıldı ya da hiç duyulmadı. 

“Ne dersek boş.” deyip kendi hayatının tüm zevklerini yaşayanları da kabul etti bu hayat “Ne kadar konuşursak ne yazarsak bizden sonrakilere ne aktarırsak belki dünya denen bu kompozisyonda bir satır yer ediniriz dahası belki bir paragraf olabiliriz.” fehvasınca katre katre acı ve gözyaşıyla ama hep bir şeyleri çözerek sorunları hallederek eskilerin deyimiyle hall-ü asan ederek bu hayata gözlerini yumdu. Onun için “Eğer anılıyorsa bir kişi şu karanlık kubbenin insanlarınca/ Mutlaka vaktini ihsan etmiştir bu aciz hayata” diyerek hem kısa bir girizgah yapmış olalım hem de artık demir aldığımız limandan ayrılıp ufka doğru yol alalım. Attığımız adımdan emin geçtiğimiz yolda vecd ile eğrilsin başlarımız. Tütsün ilmin ışığında ocaklarımız ve de fokurdasın artık ilim irfan dolu tenceremiz…

Yazının başlığından yola çıkacak olursak Thomas More 1478-1535 yılları arasında İngiltere’de yaşamış hukukçu, devlet adamıdır. Tabi “Her Devrin Adamı” ibaresinden kasıt bu değildir. Onu “Her Devrin Adamı” yapan amiller karakterli oluşu ve bu karakterini eserlerine başarıyla işlemiş olmasıdır. Devlet adamı olmak yahut adaletli bir avukat olmak ile yüzyıllara hükmedemezsiniz ancak bu fikirleriniz beynel minel mahiyette olması gerekir. Bunun için ardınızda hikayenizi anlatacak sessiz sedasız askerlere ihtiyacınız vardır. Bu askerler işte muhtaç olduğumuz sözcüklerdir kalem o askerin silahı mürekkep bitmek bilmeyen kurşunudur. Nuri Pakdil’in deyimiyle bir destan yazdığınızda onu işin ehline verip “Namluya sürülsün.” demelisiniz ki namınız kıtaları aşsın, fikirleriniz denizleri ummanları doldursun, kaygılarınız yüzyıllardır birçok meseleyi halledecek kıvama gelsin. Ölümsüz olmak ancak böyle mümkündür işte. Bu Lokman Hekimin arayıp bulamadığı ölümsüzlük iksirinin formülüdür. 
Devam edecek olursak burada “Her Devrin Adamı” ibaresinden kastımız onun bu ölümsüzlük iksirini bir şekilde içmiş olmasından kaynaklanıyor. Ama korkuya mahal yok kardeşlerim çünkü bu iksiri ilahi kuvvete malik olmayan hiç kimse dibine kadar içememiştir ve hiçbir canlı bunu henüz başaramamıştır. Yani hepiniz için hala bir umut var demektir her zaman her koşulda olduğu gibi.

Bir sırrı da böylece ifşa ettikten sonra biraz da Thomas More bizim bozuk silahımızın pasını alan sebeplere gelelim. Evvela bu adı her Hukuk, Psikoloji, Siyasal ve Sosyal Bilimler ve de en önemlisi hepsinin kesişim kümesi Tarih öğrencisi bu ismi türlü vesileler ile mutlaka duymuştur ve bu bölümlere aday öğrenciler Ütopya’yı duyacaklardır. Aslında daha ilerde söyleyecektim ama bir kere söylemiş bulundum. Evet beni ona yaklaştıran ve sürekli kalemimin ucunu ıslatan sebep yazarın Ütopya kitabı oldu. Bu kitap hakkında Avrupa Tarihi dersinde aldığım tek bilgi, yazarın Yeni Dünya’da(Coğrafi Keşifler Amerikası) yaşadığını varsaydığı bir millet ve bu milletin kurduğu içinde sonsuz güzellikleri barındıran bir devletin varlığı idi. Fakat onun da özelinde o döneme göre hiçbir yerde olmayan özellikleri barındıran bu devlette kölelerin var olması idi. Yani bizim kerih gördüğümüz ve oturduğumuz yerden şiddetle kınadığımız bu köle mantığını yazarın mükemmel ötesi kuruduğu bir devlet düzeninde dahi kullanmış olmasıydı. Tabi bu konu benim merakını cezbetti. Kitabı satın aldıktan sonra vaktimi bu işe kesbettim. Dahası aynı zamanda yıllar önce çekilmiş olan bir Thomas More filmi ile tüm bu gayretimi taçlandırdım ve nişanesi olarak birkaç yazı kaleme almaya karar verdim. Şayet eğer bu karara muhalif olan bir şeyler yazmamış olsaydım içimdeki bu heyecan Nemrud’un topal sineği gibi beynimi yeyip bitirecekti. Kısacası helak olmaktan korktum ve artık kalemimi oynatmaya karar verdim. Ama bu yazıyı sadece yazara ve kitaba yani Ütopya’ya adıyorum. Filmi namı diğer Her Devrin Adamını ise daha sonra başka bir yazıda karşılaşıncaya kadar sizi bekletme cür’etinde bulunacağım için beni şimdiden affederseniz size minnettar kalırım. Siz de ufak bir sabırla meyvenizi azığınıza koyarsınız.
Esasen beni kitaba çeken amil her ne kadar saçma görünse de benim kitabı okumam için gösterdiğim gayret tam olarak bunun için değildi. Aklımda bu kitabı okuyana kadar Nizamülmülk’ün Siyasetname’si vardı. Yanı Doğunun İnci tanesi. Bunu her ne kadar iki yüz yıl geçmiş olsa da Batı’nın şaheseriyle karşılaştırmak istedim. Aklım bulanmadı ve görüşüm var ile yok arasında gitmedi. Aksine müsademe-i efkardan barika-i hakikat (hakikatçik) tevellüd etti. 
Şimdi itaba geçip Yeni Dünya’ya yelken açalım mı? 
Ne dersiniz, benimle var mısınız?

*Ahmet Hilmi YAŞAR

6 Şubat 2017 Pazartesi

Demokles’in Kılıcından Themis’in Terazisine


Demokrasi özünde farklılıkları bir arada yaşatan bir barış tekniği olmasına rağmen birçok demokrasi sevdalısı(!) ona çeşitli anlamlar yüklemiş adeta onu kendi mutfaklarında yeniden biçimlendirmişlerdi. Dillere pelesenk olmuş bu kelimeyi konuşanlar aynı sesi çıkarmışlar fakat fiiliyatta herhangi bir ortaklık sergileyememişlerdir. Neden? Çünkü sese göre içerik kazanmıştır da ondan. Bu yüzden insanlığı atom bombasıyla terbiye edenler, medeniyet götürürken insanlığı öldürenler hep demokrat kimliğine sahip olmuşlardır. Ancak bu böyle devam etmemeliydi. O halde toplumda o anlayışları da içine alan öyle bir düzen kurulmalıydı ki büyük balıklar küçük balıkları yutamayacak, küçük çöp büyük çöpten hakkını alabilecek ve Berlin’deki yargıçlar değirmencinin hakkını en güçlü şekilde savunabilecekti. Bu da ancak Churchill’in “alternatifleriyle kıyaslandığında şahane bir sistem” dediği demokrasiyle olacaktır. 


İnsan doğası gereği özgür olmaya meyilli bir varlıktır. Bundan dolayı herhangi bir unsurun kontrolü altında yaşamaktan hoşlanmaz. Bu özelliğinden dolayı kendisini tek bir ideolojinin ürünü yapacak otoriter ve totaliter rejimlere karşı çıkmıştır. O ideolojinin sahte maskesini taşımamış, onun sahte pandomimasını oynamamıştır. Bu yüzden kendisine farklılıkları bir arada yaşatabilecek olan demokrasiyi güvenilir bir liman seçmiştir. Bu sayede tutuklanmayla oluşabilecek yeni Hitlerlerin, sürgünler sonrasında ortaya çıkabilecek yeni Leninlerin yerini Hz. Ömer’i ya da Fatih’i yargılayan büyük yargıçlar, sarayın bahçesini genişletmek için “Arazini zorla alırım” diyen Frederich’e “Berlin’de yargıçlar var.” yanıtını veren değirmenler alacaktı. Tabii ki bu noktada Voltaire bilinci kazanmış olmamız gerekir. O Voltaire ki Rousseau’nun yapıtlarını, görüşlerini hiç beğenmemişti. Ancak kitabı yakılıp Rousseau kaçmak zorunda kalınca onu yanına çağırmış ve çağrı mektubunda şöyle demişti: “Söylediklerinizin hiçbirine katılmıyorum ama onu söyleme hakkınızı sonuna kadar savunacağım.”
Ancak bu sayede hoşgörünün ötesinde herkesi birbiriyle eşit gören, birbirine meydan okuyarak saygı duyan, birbirinden farklı düşünenlerin karşı tarafın hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde kendi hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı tavır alan akılcı, eleştirici, sorgulayıcı niteliklerine sahip özgür ve demokrat bireyler yetiştirilebilir. 
En son aşamada ise insanlar demokrasi çatısı altında birbirlerinin düşüncelerine, görüşlerine, inançlarına bakmadan şairin de dediği gibi “Bir ağaç tek ve hür/Ve orman gibi kardeşçesine” yan yana yaşayabiliriz.


*Onur Aktepe