28 Şubat 2017 Salı

Doğu-Batı Eksenli Millet Kavramı




Türkçede kavim, ırk, topluluk anlamında kullanılan "millet" kavramı, İslam literatüründe farklı olarak "gidilen yol" manasına gelmektedir. Bu bağlamda Doğuda millet kavramının "din ve şeriat" anlamında kullanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Doğuda Müslümanların "millet", Batıda Hristiyanların "nation" dediği kavram aynı zannedilse de farklı coğrafyalarda çeşitli kalıplar içerisine girdiği muhakkak. 

Hristiyanların "nation" anlayışında din daha az etkide olup kavimsel ve etnik unsurlar ağırlıklıdır ki biz buna örnek olarak Haçlı seferlerini verebiliriz. Bu seferlerde din olgusu ile hareket edildiği iddia edilse de etnik kimlik her zaman daha ön plandadır.

Doğu toplumlarına bakıldığında ise geleneklere bağlı ve dış etkilere daha kapalı bir saha ile karşılaşıyoruz. Unutulmamalıdır ki bu coğrafyadaki topluluklarda din, toplumsal kimlikten ayrılamaz. 

İlahi dinlerin etkisiyle aynı inanca bağlı kimseler kendilerini tek bir millet olarak kabul edip, dışta kalanları ötekileştirmişlerdir. Bunun en akla gelir örneğini Yahudiler oluşturmaktadır. Kendilerini seçilmiş bir millet olarak gören bu grup diğerlerine Centil ya da Gentile diye adlandırır. Tanah ve Eski Ahit'te "İsrailoğulları'ndan olmayan" manasında kullanılan bu tabir günümüzde "Yahudi olmayan" anlamında kullanılır.

Yahudi kendini asil görür, Hristiyan zenciyi aşağı görür. 
İslam ise tüm Müslümanların tek bir millet sayılmasının yanı sıra başka milletlerin de olabileceğini kabul eder. Bu konuda İslam düşünürleri, millet ve toplum terimlerinin bir bütünün farklı yönlerini tarif ettiğini savunurlar. 

Bir Türk-İslam devleti olan Osmanlı'da bu konunun yansımalarına bakacak olursak, milletin temelini din oluşturmaktaydı. İslam dinindeki hoşgörü esasını yönetim politikasına yayan Osmanlı Devleti, fethettiği yerlerdeki yerli unsurları tahrip etmemenin yanı sıra onları her türlü baskıdan kurtarmıştır.

Osmanlı devlet idaresinde hakim unsur mütemadiyen Müslümanlardı ancak gayrimüslimlere zamanın şartlarının ötesinde bir özgürlük bahşedilmişti. Orta-çağda ve modern dönemlerde üç ilahi dini resmen tanımış ve onların haklarını güvence altına almış tek devlet olan Osmanlı, başka ülkelerden baskılar sebebiyle kaçan diğer gayrimüslimlere de her daim kucak açmıştır. Misal verecek olursak, İspanya'dan "reconquista" hareketi doğrultusunda çıkartılan sadece Müslümanlar değildi. İspanya'dan sürülen Seferad Yahudilerine de Osmanlı'dan başka hiç bir devlet kapısını açmadı. 

Genel olarak bakıldığında millet sistemi, iki gruba ayrılan (Müslümanlar-Gayrimüslimler), inanç farklılıkları esası üzerine kurulmuş ve bu farklılıkları koruma amacı güden çok kültürlü bir teşkilattır. 
Batı devletleri gibi farklılıkları benzer yaparak, tek tip bir toplum oluşturma gayesinden ziyade farklılıklar ile barış içinde yaşamayı amaçlayan Osmanlı'da ki temel politika devlet otoritesini tanıma ve onun yasalarına uymayı esas alır.

Osmanlı millet sistemi, 19. yüzyılda kendi orta sınıfını oluşturan Osmanlı gayrimüslimlerinin ve aydınlarının Batı'nın etnik milliyetçiliğine yönelmelerine dek sürdürülmüştür. Dini esas alan Osmanlı toplumunda, milliyetçilik akımı etkisiyle ekstra hak isteyen ve Osmanlı'dan ayrılma talebinde bulundan gayrimüslimler, yine bu din olgusu üzerinden hareket etmişlerdir. Çünkü kendi milli kiliselerini kuran etnik gruplar arasında milliyetçilik düşüncesi daha hızlı yayılmıştır.

19. yüzyılda, geleneksel millet anlayışını Batının "nation" anlayışına çevirme çabaları içerisine giren Osmanlı, 1856 Islahat Fermanı ile her bireyin eşit olduğunu duyurarak millet sistemine son vermiştir. Bireyi esas almaya başlayarak etnik kimliği öne çıkartma amacı taşıyan politikalar toplum yapısını sarsmıştır.

Bu durumun etkisiyle iki akım ortaya çıkmıştır. Bir taraftan Osmanlı Devleti'nin etnik kimliği vurgulanmaya başlamış, diğer taraftan ise birliği koruma amacı ile devletin dini özellikleri ön plana çıkartılmıştır. Biz bu politikalara günümüzde, Türkçülük ve İslamcılık diyoruz. (Ayriyeten söylemek istiyorum ki, bu -cı/-ci ekleri ile biten sözcüklerle aram hiç iyi değildir, lakin durumu belirtmenin en kısa yolu buydu.)

Sonuca bakıldığında ise karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor; 600 yıldan fazla ömrü süresince farklı unsurların birlikteliğinde güzelliği yakalayan ve din esaslı millet sistemine göre yönetilen Osmanlı, 19. yüzyılda Batı'dan devşirilen "nation" anlayışının gayrimüslim unsurlar arasında yayılması ile bir kırılma sahasında yol almaya başlamıştır. Bu tarihlerden itibaren gayrimüslimler arasında etnik kimlikler ön plana çıkartılmışsa da Müslümanlar uzunca bir süre din olgusunu birleşme noktası olarak kabul etmişe benziyorlar. Bunun sebeplerini çeşitlendirebiliriz; Arapların bağımsızlık istemelerini engelleme veya 1. Dünya Savaşı başlangıcında dahi hala inanılan halifenin gücünden kaynaklı olabilir. 

Türk milliyetçiliğinde ise yine toparlayıcı güç İslamiyet'tir.
Cemil Meriç’in dediği gibi: “Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek insan, tek kalp haline getiren İslamiyet olmuş.”

Batı tarafından kabul ettirilen dil-etnik kimlik esaslı laik milliyetçilik anlayışını kabul eden, Türkleri Batılılardan öğrenen ve Batı oryantalizminin doğurduğu tarih anlayışına sıkı sıkıya sarılan günümüz "zihni göçebe aydınları", Descartes'in şu sözlerine kulak vermelidirler; 
"Uzak coğrafyalara ve çok eski tarihlere aşırı ilgi, insanı kendi zamanı ve vatanı konularında bilgisiz bırakır."

Ulaşılmak için çabalanacak yegane ütopya yerli ve milli bir "milliyetçilik anlayışı" ve "tarih şuuru" olmalıdır.

Gelin kendi coğrafyamızın tüm unsurlarını inceleyelim, zira Orta Asya'nın derinliklerinde boğulmak zannettiğimiz kadar günümüzü anlamlandırmıyor olabilir.

*Asya Setinay KARAGÜL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder