28 Ocak 2017 Cumartesi

Osmanlı Düşünce Zemini ve Felsefi Tavrı


Devletler ve milletler tarihleriyle, felsefeleriyle ve edebiyatlarıyla var olurlar. Mukadderat vaki olup bir gün tarih dediğimiz o müstesna tabloda yerlerini aldıkları zaman miras bıraktığı her ne var ise onunla yad olunurlar. Bu sebeple her devletin kendine has bir üslubu ve düşünme biçimi vardır. Biz tarihçilere düşen ise bunu tabiri caizse efradını cami ağyarını mani bir şekilde açıklamak, ortaya koymak hem boynumuza borç hem de ecdadımızdan bize tevarüs etmiş mukaddes bir vazifedir. Şimdi projeksiyonumuzu tarihte müstesna bir yer tutmuş olan “Yüce Devlete” yani Devlet-i Aliyye’ye çevirelim ve onların Düşünce Sistemini, felsefeye bakış açılarını mercek altına almaya çalışalım.

Osmanlı düşünce zemininin ve felsefi tavrının, çok yönlü okuma ve anlama ile mümkün olabileceği bugün fazlası ile aşikâr görülmektedir. Çünkü okullarımızda maalesef bu fikirler yeterince yeşerme imkânı bulamamıştır. Buna sebep olan düşüncenin yerleşmesi ise inkılap devrinin getirdiği bir nevi yanlış ve taassuba dayanan düşünce buhranlarıdır. Bunlardan bazılarını zikredecek olursak, en basit şekilde "Osmanlı'nın taassuplar ülkesi olduğu ve buna mukabil mollaların sadece dini eserler verip dini sohbetler yaptığını, talebelerin ise sadece Kuran-ı Kerim, kelam ve tasavvufla meşgul olduğunu” gerekçe gösterirler. Hâlbuki bu gerekçe tamamen mesnetsiz olup bir iftiranın ötesine geçmemektedir. Zira bu açıklamaların sahipleri medrese programlarına dahi göz gezdirmekten uzaktırlar. Örnek olması açısından Aristo’yu Anadolu’ya tanıtan kişinin Molla Fenari Hz. olduğunu zikretmek bu fikri tamamen çürütür. Dediğimiz gibi bu taassupların en uç noktalarında ise acayip diye nitelendireceğimiz fikirler yer almaktadır. Bunlar “Osmanlıda ilim namına hiçbir ders verilmediği, bir felsefi tavır olmadığı, sanat ve düşünce namına her şeyin (Haşa) Kuran taassubuna bağlı kalınarak reddedildiği” gibi bu minvalde açıklamalar yapmaktadır. Daha acayip olanı ise bu fikirleri yürüten ve talebelerin önünde öne süren güruh, aynı zamanda bir devletin var olması için felsefe, sanat ve düşünceye ihtiyaç duyduğunu, bir milletin varlığını ikame edebilmesinin sanat ve düşünce ile kaim olduğunu savunuyorlar. Bu tür hastalık derecesini almış düşüncelere, medrese hayatının işlevine dair Goethe’nin ifadelerini hatırlatmakta fayda var: “Müslümanlar, felsefe öğretimine şu ilke ile başlıyorlardı: Zıddı söylenemeyecek hiçbir şey yoktur. Onlar, öğrencilerin kafasını böyle çalıştırıyorlardı. Bu, öğrencileri doğruyu bulmakta şüpheye düşürüyordu. Şüphe sonundaki araştırmalar onu, hakikate götürüp rahatlatıyordu.” Herhalde bu tür tartışmalara en güzel cevap ta Goethe’den gelmiş diyebiliriz.

Peki, Osmanlı'da bir fikir zemini olduğundan ve bir felsefi tavrın varlığından bahsedebilir miyiz? Tabi ki bahsedebiliriz. Bunun en bariz örneği ise Fatih Sultan Mehmet zamanında açılan Tehafüt yarışmalarıdır. Zira bu yarışmalarda her türlü akıl ve düşünce ön planda olup amaç aklın sınırlarını son raddeye kadar zorlamak olmuştur. Tartışma Sanatı (Adab-ı Münazara) üzerine bir eser yazılmış olması ise yine bu fikre örnek teşkil etmektedir.


Peki, Osmanlı bunun belli bir fikir zemini için rasyonelliği hangi yöntemle ele almıştır? Bu soruya da en güzel cevabı Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Hocamız “Osmanlı Düşünce Dünyası” adlı eserinde şöyle cevaplandırmaktadır: “Osmanlı rasyonelliği, İslami düşünce geleneği içinde, ilhamını hem Kuran’ın rasyonelliğinden hem de Yunan rasyonelliğinden destek alan bir rasyonelliktir. Osmanlı bilhassa Aydınlanmacı anlayışın getirdiği bir gelenek olan bölmeci, indirgemeci, basitleştirici ve safdışı edici Batı rasyonelliğine benzer bir yolu izlememiştir. O Kuran’ın ve Hadislerin verdiği ilhamla, tevhid esasına göre gelişen ve bu ilkeye daima sadık kalmaya çalışan bir rasyonellik takip etmiştir. Bu enfüs (insanın manevi dünyası,) afak(dış dünya) ve tarihten güç alarak aşkın bağlantılar kurabilen, bilgisini son ve mutlak saymayan, alemi Allah’a(cc) bağlayan, manevi hayatı ve ahiret hayatını da düşünüp, düzene sokabilen bir rasyonelliktir.” 

İlme bu kadar açık olmasına ve her türlü serbest düşünceyi savunmasına istinaden bir devletin siyasette, dinde, ilimde, toplum hayatında ve bu minvalde söyleyebileceğimiz tüm hayat alanında bu perspektife sahip olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu da bizi Osmanlı’nın tutucu, dogma veyahut yasaklayıcı bir devlet olma fikrinden alıp, bir özgürlükler ülkesi olduğunun kanıtına ulaştırır.
Peki, Osmanlı’nın felsefi tavrı olduğundan yola çıkarsak nereye ulaşabiliriz? İşte burada ilk olarak felsefi tavrın ne olduğunu söylemekte fayda var. 
Esasen felsefi tavır, katı ve dogma fikirlerden uzaklaşıp akli düşünmektir. Bir tartışma ortamında ya da bir ilim meclisinde konuşurken müdellil olmak ve karşındaki insanların fikrine muhalif olurken saygılı davranmaktır. Bununla birlikte fikirlerimizde tamamen tutucu olmak yerine yanlış olan yerleri düzeltmenin endişesini üzerimizde taşımaktır. Zira her insan yanlış yapma lüksüne sahiptir ve insan doğumundan vefatına kadar ikaz şırıngasına muhtaçtır. Bu açıklamayı birkaç örnekle süslemek de herhalde yerinde olur düşüncesindeyiz. Örnek olarak yine yukarıda zikrettiğimiz hocamızın adı geçen eserinden birkaç örnek verelim.
1)Fatih’in felsefe meclisleri kurup, çeşitli felsefe problemlerini tartışması, felsefi bir tavırdır. Tehafüt yarışması açması tenkitçiliğin gelişmesi, önceki ve mevcut bilginin sorgulanması açısından felsefi tavırdır. Bağnazlığın kırılması, tanınmış kimselerin eleştirilerek putlaştırılmasının önlenmesi de bir felsefi tavırdır.
2)Kâtip Çelebi’nin dönemindeki yanlışları ve bozuklukları sorgulayıcı tavrı, felsefi tavırdır. Kendi zamanındaki Sivasiler ve Kadızadeliler kavgasında tarafları uzlaştırmaya çalışması, felsefi bir tavırdır. Felsefeye karşı olmakla beraber kendisini ilim hayatına sevk eden hocası Kadızade Mehmet Efendi’yi tenkit etmesi felsefi bir tavırdır.

Bu felsefi tavırlara bir de biz örnek verecek olursak bugün artık bir atasözü mahiyetini almış olan Mecelle ’deki “Def-i mefasid celb-i menafisten evladır. Şek ile yakin zail olmaz. Müddei iddiasını ispat ile mükelleftir.” gibi birçok kaide ile örnekleri çoğaltabiliriz. 

Dahası Mecelle’nin müellifi olan Ahmet Cevdet Paşa’nın bir de tarihçilik yanı vardır. Zira resmi devlet vakanüvisi olduğu sırada yazdığı kitaplarda Kâtip Çelebi’nin eleştirici ve onarıma yönelik çözüm bulucu üslubunu görmek pek tabi mümkündür.

Şimdi yazımızı şöyle bir toparlayacak olursak Osmanlı’nın belli bir düşünce zeminin ve felsefi tavrının var olduğunu sizlere gerek kitaplardan örneklerle gerekse naçizane kendi örneklerimizden vermeye çalışmış bulunduk. Fakat eğer bir toplumda özgür, eleştirici, yapıcı düşünceler mevcut ise bu düşünceleri koruyup kollayan muhafızlar da mevcuttur. Ayrıca felsefi tavrı eleştiren, yok sayan, insana bir faydası olmadığını söyleyen fikirler de ortaya atılmamıştır demekte yanlış olur. Zaten bu iki fikir, tıpkı doğru ile yanlış gibi birbirinin tamamlayıcısıdır. Felsefenin varlığından itibaren onu yok saymaya çalışanların olduğunu söylemek de kanaatimizce isabetli bir görüş olur. 
İşte biz bu yazımızda bu düşünceyi koruyup kollayan muhafızlardan ve felsefeyi eleştirenlerden pek bahsedemedik. Zira bahsetmek için daha çok sayfaya ihtiyaç hâsıl olacağı ortadadır. Bu yüzden bu konuların muhasebesini siz aziz okuyucularımıza bıraktık. Bu konular hakkında yetkin bir kitap olduğunu düşündüğümüzden Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Hocamızın ‘Osmanlı Düşünce Sistemi’ isimli kitabını kemal-i edeb ile tavsiye etmiş bulunmaktayız.



*Ahmet Hilmi Yaşar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder