Kültür sözcüğü, bugün birçok alan tarafından tafsilatlı bir
terim olarak ele alınmıştır, bu sebeple sözlük anlamıyla bile düşünüldüğünde
akıllarda onlarca nesne ve söylem canlandıracaktır. Bu yazıyla amacım sizlere
bu tafsilattan seçmeler dizmek değil; bunun yerine bunu çoktan hakkıyla yerine
getirmiş kimselerin düşüncelerime çizdiği sınırları zorlayarak kendimce, bir
çatışmanın olası nedenlerini ortaya koymak niyetindeyim.
Kültür, onu ortaya koyan toplumun bir ürünü olduğu gibi
ortaya çıktığı coğrafyanın şartlarıyla da yakından ilişkili bir oluşumdur. Bu
sebeple kültürün ya da -daha küçük çaplı düşünelim- kültür öğesinin taşınması
halinde onu coğrafyasından koparmış olmak, bu kültür öğesinin onu taşıyan kişi
ya da toplumların elinde daha ilk andan itibaren yeni bir anlam kazanmaya başlamasına
sebep olur. Bu durumda şiirsel bir bakışla buraya müdahale edelim, nasıl şiirde
imgeler çağrışım yoluyla duygu ve düşüncemizde farklı şekillerde vücut
buluyorlarsa işte kültür veya kültür öğesi de kendine yabancı bir kişi, toplum
ya da coğrafyada farklı anlamlar kazanır. Öyleyse kültürün ‘yabancı’ ellerde
bulduğu anlam onu taşıyan ellerin prestijine bağlıdır, gibi bir yorum yapacağım. Bu yorumun doğruluk
ölçütüne dair size bir takım ansiklopedik veriler sunamam ancak sizi ilerleyen
satırlarda bu yorumun bende yarattığı kafa karışıklığına davet edebilirim. Buyurun
öyleyse!
‘Kültür’ün taşınması ve kültürler etkileşimi konusunda en
bariz örnekleri Deniz Kavimleri İstilaları ve Kavimler Göçü sırasında görüyoruz
aslında ancak ben Avrasya’nın kendine özgü
olan “Bigbang”ini doğuran 11. ve 18. yüzyıl aralığına eğilmek istiyorum.11.
yüzyılda Asya’da hatta daha çok Anadolu’daki kültür etkileşimine dikkat çekmek
gerekir ki bu daha sonra dalgalar halinde Afrika’ya kadar
sıçrayacaktır.11.yüzyıla kadar Orta Asya’dan Anadolu’ya akan Türk varlığı,
burada Türk-İslam kültürü hüviyetini katlamak suretiyle klasik Türk kültürüne
yeni bir çehre kazandırmış ve bunu gerek mimari gerek sanat ve edebiyat olarak
Anadolu’ya ve Anadolu insanına işlemişti. Avrupa’da ise bambaşka bir hava hâkim
idi. Asyalı ve Afrikalıdan tamamen farklı bir yönetim felsefesinin nesnesi olan
Avrupa insanı bu yıllarda sosyal olarak türlü çalkantılar ve buhranların yanı
sıra açlık, kıtlık ve yoksullukla imtihan oluyordu. Kraliyet üyelerinin ve
bağımsız soylu şövalyelerin, sefalet içinde yaşayan halktan apayrı bir sosyal
dairede oturuyor oluşu bahsettiğimiz coğrafyada şiddeti sürekli olarak
tırmandırıyordu. Avrupa’da bu gerilim artarken siyasi otorite ‘varlık’ derdine
düşmüş, Papa ise dinin Ortaçağ insanındaki tezahürünün yaptırımlarından
kazandığı dini-siyasi misyonunu, 11. yüzyıl dünya dengelerini kendi lehine
çevirmede kullanmaya yelteniyordu nitekim bir ölçüde başarılı da oldu.
“Haçlılar” papanın çizdiği rota doğrultusunda Anadolu’dan Afrika’ya taşan
seferleriyle Batı’nın dönemsel karar mekanizması olan papanın niyetine uyacak şekilde
faaliyet gösterdiler ve kolonizatör devletler kurdular ve tabi ki ortadan
kaldıramasalar da coğrafyadaki Türk hâkimiyetini yıprattılar. Bu noktada
madalyonun diğer tarafını görmekte fayda var. Türk-Avrupalı veya
Asyalı-Avrupalı çatışması sadece siyasi sınırları yıkmamış, aynı zamanda iki
farklı kültürün kesişmesine de sebep olmuştur. Kaynaklarda tarihin en büyük
orduları diye tabir edilen bu orduların Doğu’ya akışı, burada yerleşenleri
tamamen etkilediği gibi geri dönenlerin de kendileriyle birlikte götürdükleri
“kültür öğeleri” Avrupa kültüründe farklı anlamlar ve boyutlar kazanmıştı. Böylece
sonraki yüzyılların da kültür değişim ve etkileşimlerinin potansiyel sınırlarını
çizilmiştir. Ticaretin bu seferler sonucunda yükselişe geçmesi, dillerin, yemek
kültürünün, Ortaçağ’ın gündelik yaşam bilgisinin karşılıklı olarak bir
alışveriş nesnesine dönüşmesi, tarafları, Doğulu ve Batılıyı, geniş paydalarda
düşünürsek, iki yabancı toplum olmaktan çıkarmıştır, elbette o dönem için. Bu
etkileşimin bir benzerini 13.yüzyılda Moğol istilaları izlemiştir. Moğol
istilalarını müesses idari düzen ve sınırlara müdahale olarak değerlendirip
yeni bir evrenin kapısı olarak düşünmek yanlış olmasa gerek.14. ve
15.Yüzyıllara geldiğimizde Batılının 11. yüzyılda heybesine koyup götürdüğü “Doğulunun
yaşamının izlenimlerini” öylece unutmadığı aşikâr. Dedik ya, kültür öğeleri de
imgeler gibi farklı tezahürlere gebedir.200 yıllık bu heybeden çıkanlar, iç
dinamikleri fazlasıyla yıpranmış olan Ortaçağ kabullerinin yıkılmasında rol
oynamadı desek haksızlık etmiş oluruz. İç dinamikleri bir kenara bırakalım,
Ortaçağın feodal duvarlarının yıkımına küçük bir teşvik olan imgelerden biri olan
Fetih(1453) bu heybeden çıkanlardan sadece biridir. Anadolu ve Asya 10.yy
itibariyle nasıl kabuk değişimine girdiyse Avrupa da kökleri çok daha eskiye
dayanan bir değişim sürecine Reform ile birlikte giriyordu. Reform insanını
doğuran tarih, Doğu’yu görmüş, ondan etkilenmiş Batılı deneyimi ve Batılı düşüncesiyle
yazılmıştı. Böylece türlü öğenin karşılıklı etkileşimi sonucunda Doğu’da ve
Batı’da yüzyıllara göre farklı tezahürlerin birer sonucu olarak çeşitli
paradigmalar doğmuştur. Siyasi varlık mücadelesi söz konusu olduğu sürece de bu
paradigmalar doğal bir savaş/çatışma içerisinde olmuştur. Fikrimce bu çatışma bugün de devam ediyor aksi halde sonuçsuz
kalınacağı bilindiği takdirde “üstün kültür” diye bir kültür ve kanıtlar arayışına
şahit olmazdık. Belki.
16. yüzyıla doğru geldiğimizde ise Asya’da göz dolduran
siyasi varlık olarak Osmanlı ön plana çıkarken Avrupa’da bunun çeşitlilik
gösterdiğini ve kısa aralıklarla bu çeşitliliğin rekabete girdiğini görüyoruz. Bu
paradigmalar çeşitliliğini, günümüz
standardizasyon amaçlı kültür etkileşimlerinden ayıran ise yönetimin seçkin
paradigmalarının halka indirgendikçe farklı şekillerde tezahürlere imkân
tanımasıydı. Günümüzde imkân tanınmıyor mu? Bu başka bir yazının konusu olsun.
Şüphesiz dogmatik düşünce sınırlarını fikirleriyle
aşındırmış olan mütefekkirlere burada hak ettikleri payeyi vermek gerek zira
onlar toplum hafızasında ve havsalasında yeni ve berrak bir hava sahası meydana
getirmişlerdir. Böylece yeni dünya algıları, bilim metodolojisi, şiir anlayışı,
yaşam mefkûreleri, yaşam felsefeleri,
yeni sosyolojik tezler ve daha nice Yeni’ler yaşamdan bir parça haline
geldiler.
17. ve 18. Yüzyıllara gelindiğinde, Reform düşüncesinin
temel dinamikleri olan antik metinlerin ışığında Batılının düşünce dünyasına ve
tabi ki paradigmalara, periyodik olarak
Pozitivizm, Ampirizm, Rasyonalizm akımlarının damgasını vurduğunu söylemeliyiz.
Buna karşılık olarak belki siz de benim gibi bu kültür etkileşimine gerektiği
payeyi vermediniz ve öylece geçmeyi düşündünüz, umarım yapmamışsınızdır çünkü aksi
halde siz de benim gibi bir noktayı kaçıracaksınız. Osmanlı hâkimiyetinin gölgesindeki
Doğu’nun, Selçuklu ile bu topraklara işlenmiş Türk-İslam kültürüne ve onun
tezahürüne dayanan kadim paradigmasına sıkı sıkıya sarılıp, kapalı kutuya
dönüşmesi Batı’nın çeşitli ve farklı formlardaki paradigmalarıyla tek başına
savaşmak zorunda kalmasından bahsediyorum. Belki de sizler de birçok üstadın da
dediği gibi Doğu’nun tek tabanca paradigmasının
yenilgisini reddedecek ve bu doğal
paradigmalar savaşındaki garip skoru sadece bir zamanlama sorunuyla
açıklayacaksınız. Fikir benim, hüküm sizin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder