17 Ocak 2017 Salı

KÜLTÜR MEFHUMLARI


Kültür sözcüğü, bugün birçok alan tarafından tafsilatlı bir terim olarak ele alınmıştır, bu sebeple sözlük anlamıyla bile düşünüldüğünde akıllarda onlarca nesne ve söylem canlandıracaktır. Bu yazıyla amacım sizlere bu tafsilattan seçmeler dizmek değil;  bunun yerine bunu çoktan hakkıyla yerine getirmiş kimselerin düşüncelerime çizdiği sınırları zorlayarak kendimce, bir çatışmanın olası nedenlerini ortaya koymak niyetindeyim.
Kültür, onu ortaya koyan toplumun bir ürünü olduğu gibi ortaya çıktığı coğrafyanın şartlarıyla da yakından ilişkili bir oluşumdur. Bu sebeple kültürün ya da -daha küçük çaplı düşünelim- kültür öğesinin taşınması halinde onu coğrafyasından koparmış olmak, bu kültür öğesinin onu taşıyan kişi ya da toplumların elinde daha ilk andan itibaren yeni bir anlam kazanmaya başlamasına sebep olur. Bu durumda şiirsel bir bakışla buraya müdahale edelim, nasıl şiirde imgeler çağrışım yoluyla duygu ve düşüncemizde farklı şekillerde vücut buluyorlarsa işte kültür veya kültür öğesi de kendine yabancı bir kişi, toplum ya da coğrafyada farklı anlamlar kazanır. Öyleyse kültürün ‘yabancı’ ellerde bulduğu anlam onu taşıyan ellerin prestijine bağlıdır,  gibi bir yorum yapacağım. Bu yorumun doğruluk ölçütüne dair size bir takım ansiklopedik veriler sunamam ancak sizi ilerleyen satırlarda bu yorumun bende yarattığı kafa karışıklığına davet edebilirim. Buyurun öyleyse!

‘Kültür’ün taşınması ve kültürler etkileşimi konusunda en bariz örnekleri Deniz Kavimleri İstilaları ve Kavimler Göçü sırasında görüyoruz aslında ancak ben Avrasya’nın kendine özgü  olan “Bigbang”ini doğuran 11. ve 18. yüzyıl aralığına eğilmek istiyorum.11. yüzyılda Asya’da hatta daha çok Anadolu’daki kültür etkileşimine dikkat çekmek gerekir ki bu daha sonra dalgalar halinde Afrika’ya kadar sıçrayacaktır.11.yüzyıla kadar Orta Asya’dan Anadolu’ya akan Türk varlığı, burada Türk-İslam kültürü hüviyetini katlamak suretiyle klasik Türk kültürüne yeni bir çehre kazandırmış ve bunu gerek mimari gerek sanat ve edebiyat olarak Anadolu’ya ve Anadolu insanına işlemişti. Avrupa’da ise bambaşka bir hava hâkim idi. Asyalı ve Afrikalıdan tamamen farklı bir yönetim felsefesinin nesnesi olan Avrupa insanı bu yıllarda sosyal olarak türlü çalkantılar ve buhranların yanı sıra açlık, kıtlık ve yoksullukla imtihan oluyordu. Kraliyet üyelerinin ve bağımsız soylu şövalyelerin, sefalet içinde yaşayan halktan apayrı bir sosyal dairede oturuyor oluşu bahsettiğimiz coğrafyada şiddeti sürekli olarak tırmandırıyordu. Avrupa’da bu gerilim artarken siyasi otorite ‘varlık’ derdine düşmüş, Papa ise dinin Ortaçağ insanındaki tezahürünün yaptırımlarından kazandığı dini-siyasi misyonunu, 11. yüzyıl dünya dengelerini kendi lehine çevirmede kullanmaya yelteniyordu nitekim bir ölçüde başarılı da oldu. “Haçlılar” papanın çizdiği rota doğrultusunda Anadolu’dan Afrika’ya taşan seferleriyle Batı’nın dönemsel karar mekanizması olan papanın niyetine uyacak şekilde faaliyet gösterdiler ve kolonizatör devletler kurdular ve tabi ki ortadan kaldıramasalar da coğrafyadaki Türk hâkimiyetini yıprattılar. Bu noktada madalyonun diğer tarafını görmekte fayda var. Türk-Avrupalı veya Asyalı-Avrupalı çatışması sadece siyasi sınırları yıkmamış, aynı zamanda iki farklı kültürün kesişmesine de sebep olmuştur. Kaynaklarda tarihin en büyük orduları diye tabir edilen bu orduların Doğu’ya akışı, burada yerleşenleri tamamen etkilediği gibi geri dönenlerin de kendileriyle birlikte götürdükleri “kültür öğeleri” Avrupa kültüründe farklı anlamlar ve boyutlar kazanmıştı. Böylece sonraki yüzyılların da kültür değişim ve etkileşimlerinin potansiyel sınırlarını çizilmiştir. Ticaretin bu seferler sonucunda yükselişe geçmesi, dillerin, yemek kültürünün, Ortaçağ’ın gündelik yaşam bilgisinin karşılıklı olarak bir alışveriş nesnesine dönüşmesi, tarafları, Doğulu ve Batılıyı, geniş paydalarda düşünürsek, iki yabancı toplum olmaktan çıkarmıştır, elbette o dönem için. Bu etkileşimin bir benzerini 13.yüzyılda Moğol istilaları izlemiştir. Moğol istilalarını müesses idari düzen ve sınırlara müdahale olarak değerlendirip yeni bir evrenin kapısı olarak düşünmek yanlış olmasa gerek.14. ve 15.Yüzyıllara geldiğimizde Batılının 11. yüzyılda heybesine koyup götürdüğü “Doğulunun yaşamının izlenimlerini” öylece unutmadığı aşikâr. Dedik ya, kültür öğeleri de imgeler gibi farklı tezahürlere gebedir.200 yıllık bu heybeden çıkanlar, iç dinamikleri fazlasıyla yıpranmış olan Ortaçağ kabullerinin yıkılmasında rol oynamadı desek haksızlık etmiş oluruz. İç dinamikleri bir kenara bırakalım, Ortaçağın feodal duvarlarının yıkımına küçük bir teşvik olan imgelerden biri olan Fetih(1453) bu heybeden çıkanlardan sadece biridir. Anadolu ve Asya 10.yy itibariyle nasıl kabuk değişimine girdiyse Avrupa da kökleri çok daha eskiye dayanan bir değişim sürecine Reform ile birlikte giriyordu. Reform insanını doğuran tarih, Doğu’yu görmüş, ondan etkilenmiş Batılı deneyimi ve Batılı düşüncesiyle yazılmıştı. Böylece türlü öğenin karşılıklı etkileşimi sonucunda Doğu’da ve Batı’da yüzyıllara göre farklı tezahürlerin birer sonucu olarak çeşitli paradigmalar doğmuştur. Siyasi varlık mücadelesi söz konusu olduğu sürece de bu paradigmalar doğal bir savaş/çatışma içerisinde olmuştur. Fikrimce bu çatışma  bugün de devam ediyor aksi halde sonuçsuz kalınacağı bilindiği takdirde “üstün kültür” diye bir kültür ve kanıtlar arayışına şahit olmazdık. Belki.

16. yüzyıla doğru geldiğimizde ise Asya’da göz dolduran siyasi varlık olarak Osmanlı ön plana çıkarken Avrupa’da bunun çeşitlilik gösterdiğini ve kısa aralıklarla bu çeşitliliğin rekabete girdiğini görüyoruz. Bu paradigmalar çeşitliliğini,  günümüz standardizasyon amaçlı kültür etkileşimlerinden ayıran ise yönetimin seçkin paradigmalarının halka indirgendikçe farklı şekillerde tezahürlere imkân tanımasıydı. Günümüzde imkân tanınmıyor mu? Bu başka bir yazının konusu olsun.
Şüphesiz dogmatik düşünce sınırlarını fikirleriyle aşındırmış olan mütefekkirlere burada hak ettikleri payeyi vermek gerek zira onlar toplum hafızasında ve havsalasında yeni ve berrak bir hava sahası meydana getirmişlerdir. Böylece yeni dünya algıları, bilim metodolojisi, şiir anlayışı, yaşam mefkûreleri, yaşam felsefeleri,  yeni sosyolojik tezler ve daha nice Yeni’ler yaşamdan bir parça haline geldiler.

17. ve 18. Yüzyıllara gelindiğinde, Reform düşüncesinin temel dinamikleri olan antik metinlerin ışığında Batılının düşünce dünyasına ve tabi ki paradigmalara,  periyodik olarak Pozitivizm, Ampirizm, Rasyonalizm akımlarının damgasını vurduğunu söylemeliyiz. Buna karşılık olarak belki siz de benim gibi bu kültür etkileşimine gerektiği payeyi vermediniz ve öylece geçmeyi düşündünüz, umarım yapmamışsınızdır çünkü aksi halde siz de benim gibi bir noktayı kaçıracaksınız. Osmanlı hâkimiyetinin gölgesindeki Doğu’nun, Selçuklu ile bu topraklara işlenmiş Türk-İslam kültürüne ve onun tezahürüne dayanan kadim paradigmasına sıkı sıkıya sarılıp, kapalı kutuya dönüşmesi Batı’nın çeşitli ve farklı formlardaki paradigmalarıyla tek başına savaşmak zorunda kalmasından bahsediyorum. Belki de sizler de birçok üstadın da dediği gibi Doğu’nun tek tabanca  paradigmasının yenilgisini reddedecek ve  bu doğal paradigmalar savaşındaki garip skoru sadece bir zamanlama sorunuyla açıklayacaksınız. Fikir benim, hüküm sizin!


*Gamze ERGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder