28 Ocak 2017 Cumartesi

Osmanlı Düşünce Zemini ve Felsefi Tavrı


Devletler ve milletler tarihleriyle, felsefeleriyle ve edebiyatlarıyla var olurlar. Mukadderat vaki olup bir gün tarih dediğimiz o müstesna tabloda yerlerini aldıkları zaman miras bıraktığı her ne var ise onunla yad olunurlar. Bu sebeple her devletin kendine has bir üslubu ve düşünme biçimi vardır. Biz tarihçilere düşen ise bunu tabiri caizse efradını cami ağyarını mani bir şekilde açıklamak, ortaya koymak hem boynumuza borç hem de ecdadımızdan bize tevarüs etmiş mukaddes bir vazifedir. Şimdi projeksiyonumuzu tarihte müstesna bir yer tutmuş olan “Yüce Devlete” yani Devlet-i Aliyye’ye çevirelim ve onların Düşünce Sistemini, felsefeye bakış açılarını mercek altına almaya çalışalım.

Osmanlı düşünce zemininin ve felsefi tavrının, çok yönlü okuma ve anlama ile mümkün olabileceği bugün fazlası ile aşikâr görülmektedir. Çünkü okullarımızda maalesef bu fikirler yeterince yeşerme imkânı bulamamıştır. Buna sebep olan düşüncenin yerleşmesi ise inkılap devrinin getirdiği bir nevi yanlış ve taassuba dayanan düşünce buhranlarıdır. Bunlardan bazılarını zikredecek olursak, en basit şekilde "Osmanlı'nın taassuplar ülkesi olduğu ve buna mukabil mollaların sadece dini eserler verip dini sohbetler yaptığını, talebelerin ise sadece Kuran-ı Kerim, kelam ve tasavvufla meşgul olduğunu” gerekçe gösterirler. Hâlbuki bu gerekçe tamamen mesnetsiz olup bir iftiranın ötesine geçmemektedir. Zira bu açıklamaların sahipleri medrese programlarına dahi göz gezdirmekten uzaktırlar. Örnek olması açısından Aristo’yu Anadolu’ya tanıtan kişinin Molla Fenari Hz. olduğunu zikretmek bu fikri tamamen çürütür. Dediğimiz gibi bu taassupların en uç noktalarında ise acayip diye nitelendireceğimiz fikirler yer almaktadır. Bunlar “Osmanlıda ilim namına hiçbir ders verilmediği, bir felsefi tavır olmadığı, sanat ve düşünce namına her şeyin (Haşa) Kuran taassubuna bağlı kalınarak reddedildiği” gibi bu minvalde açıklamalar yapmaktadır. Daha acayip olanı ise bu fikirleri yürüten ve talebelerin önünde öne süren güruh, aynı zamanda bir devletin var olması için felsefe, sanat ve düşünceye ihtiyaç duyduğunu, bir milletin varlığını ikame edebilmesinin sanat ve düşünce ile kaim olduğunu savunuyorlar. Bu tür hastalık derecesini almış düşüncelere, medrese hayatının işlevine dair Goethe’nin ifadelerini hatırlatmakta fayda var: “Müslümanlar, felsefe öğretimine şu ilke ile başlıyorlardı: Zıddı söylenemeyecek hiçbir şey yoktur. Onlar, öğrencilerin kafasını böyle çalıştırıyorlardı. Bu, öğrencileri doğruyu bulmakta şüpheye düşürüyordu. Şüphe sonundaki araştırmalar onu, hakikate götürüp rahatlatıyordu.” Herhalde bu tür tartışmalara en güzel cevap ta Goethe’den gelmiş diyebiliriz.

Peki, Osmanlı'da bir fikir zemini olduğundan ve bir felsefi tavrın varlığından bahsedebilir miyiz? Tabi ki bahsedebiliriz. Bunun en bariz örneği ise Fatih Sultan Mehmet zamanında açılan Tehafüt yarışmalarıdır. Zira bu yarışmalarda her türlü akıl ve düşünce ön planda olup amaç aklın sınırlarını son raddeye kadar zorlamak olmuştur. Tartışma Sanatı (Adab-ı Münazara) üzerine bir eser yazılmış olması ise yine bu fikre örnek teşkil etmektedir.


Peki, Osmanlı bunun belli bir fikir zemini için rasyonelliği hangi yöntemle ele almıştır? Bu soruya da en güzel cevabı Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Hocamız “Osmanlı Düşünce Dünyası” adlı eserinde şöyle cevaplandırmaktadır: “Osmanlı rasyonelliği, İslami düşünce geleneği içinde, ilhamını hem Kuran’ın rasyonelliğinden hem de Yunan rasyonelliğinden destek alan bir rasyonelliktir. Osmanlı bilhassa Aydınlanmacı anlayışın getirdiği bir gelenek olan bölmeci, indirgemeci, basitleştirici ve safdışı edici Batı rasyonelliğine benzer bir yolu izlememiştir. O Kuran’ın ve Hadislerin verdiği ilhamla, tevhid esasına göre gelişen ve bu ilkeye daima sadık kalmaya çalışan bir rasyonellik takip etmiştir. Bu enfüs (insanın manevi dünyası,) afak(dış dünya) ve tarihten güç alarak aşkın bağlantılar kurabilen, bilgisini son ve mutlak saymayan, alemi Allah’a(cc) bağlayan, manevi hayatı ve ahiret hayatını da düşünüp, düzene sokabilen bir rasyonelliktir.” 

İlme bu kadar açık olmasına ve her türlü serbest düşünceyi savunmasına istinaden bir devletin siyasette, dinde, ilimde, toplum hayatında ve bu minvalde söyleyebileceğimiz tüm hayat alanında bu perspektife sahip olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu da bizi Osmanlı’nın tutucu, dogma veyahut yasaklayıcı bir devlet olma fikrinden alıp, bir özgürlükler ülkesi olduğunun kanıtına ulaştırır.
Peki, Osmanlı’nın felsefi tavrı olduğundan yola çıkarsak nereye ulaşabiliriz? İşte burada ilk olarak felsefi tavrın ne olduğunu söylemekte fayda var. 
Esasen felsefi tavır, katı ve dogma fikirlerden uzaklaşıp akli düşünmektir. Bir tartışma ortamında ya da bir ilim meclisinde konuşurken müdellil olmak ve karşındaki insanların fikrine muhalif olurken saygılı davranmaktır. Bununla birlikte fikirlerimizde tamamen tutucu olmak yerine yanlış olan yerleri düzeltmenin endişesini üzerimizde taşımaktır. Zira her insan yanlış yapma lüksüne sahiptir ve insan doğumundan vefatına kadar ikaz şırıngasına muhtaçtır. Bu açıklamayı birkaç örnekle süslemek de herhalde yerinde olur düşüncesindeyiz. Örnek olarak yine yukarıda zikrettiğimiz hocamızın adı geçen eserinden birkaç örnek verelim.
1)Fatih’in felsefe meclisleri kurup, çeşitli felsefe problemlerini tartışması, felsefi bir tavırdır. Tehafüt yarışması açması tenkitçiliğin gelişmesi, önceki ve mevcut bilginin sorgulanması açısından felsefi tavırdır. Bağnazlığın kırılması, tanınmış kimselerin eleştirilerek putlaştırılmasının önlenmesi de bir felsefi tavırdır.
2)Kâtip Çelebi’nin dönemindeki yanlışları ve bozuklukları sorgulayıcı tavrı, felsefi tavırdır. Kendi zamanındaki Sivasiler ve Kadızadeliler kavgasında tarafları uzlaştırmaya çalışması, felsefi bir tavırdır. Felsefeye karşı olmakla beraber kendisini ilim hayatına sevk eden hocası Kadızade Mehmet Efendi’yi tenkit etmesi felsefi bir tavırdır.

Bu felsefi tavırlara bir de biz örnek verecek olursak bugün artık bir atasözü mahiyetini almış olan Mecelle ’deki “Def-i mefasid celb-i menafisten evladır. Şek ile yakin zail olmaz. Müddei iddiasını ispat ile mükelleftir.” gibi birçok kaide ile örnekleri çoğaltabiliriz. 

Dahası Mecelle’nin müellifi olan Ahmet Cevdet Paşa’nın bir de tarihçilik yanı vardır. Zira resmi devlet vakanüvisi olduğu sırada yazdığı kitaplarda Kâtip Çelebi’nin eleştirici ve onarıma yönelik çözüm bulucu üslubunu görmek pek tabi mümkündür.

Şimdi yazımızı şöyle bir toparlayacak olursak Osmanlı’nın belli bir düşünce zeminin ve felsefi tavrının var olduğunu sizlere gerek kitaplardan örneklerle gerekse naçizane kendi örneklerimizden vermeye çalışmış bulunduk. Fakat eğer bir toplumda özgür, eleştirici, yapıcı düşünceler mevcut ise bu düşünceleri koruyup kollayan muhafızlar da mevcuttur. Ayrıca felsefi tavrı eleştiren, yok sayan, insana bir faydası olmadığını söyleyen fikirler de ortaya atılmamıştır demekte yanlış olur. Zaten bu iki fikir, tıpkı doğru ile yanlış gibi birbirinin tamamlayıcısıdır. Felsefenin varlığından itibaren onu yok saymaya çalışanların olduğunu söylemek de kanaatimizce isabetli bir görüş olur. 
İşte biz bu yazımızda bu düşünceyi koruyup kollayan muhafızlardan ve felsefeyi eleştirenlerden pek bahsedemedik. Zira bahsetmek için daha çok sayfaya ihtiyaç hâsıl olacağı ortadadır. Bu yüzden bu konuların muhasebesini siz aziz okuyucularımıza bıraktık. Bu konular hakkında yetkin bir kitap olduğunu düşündüğümüzden Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Hocamızın ‘Osmanlı Düşünce Sistemi’ isimli kitabını kemal-i edeb ile tavsiye etmiş bulunmaktayız.



*Ahmet Hilmi Yaşar

24 Ocak 2017 Salı

SUYU AZİZ BİLENLER


Ab… Yani su. Temizliğin, arınmanın, saflığın en iyi temsili olan. Yaradanın ve Hz. Peygamberimizin ehemmiyetle üzerinde durduğu, dikkatimizi çektiği manevi arındırıcı. Müslümanların “aziz” bildiği. İslam dünyası suya maddi anlamının dışında manevi bir anlam yüklemiş ve onu aziz, mübarek bilmiştir. Bundandır ki eski devir su kaynaklarında bile bir ruh vardır. Atalarımız bir büyüğe nasıl su ikram ederken saygı ve edeple bekliyorlarsa başlarında, çeşmelerimizi sebillerimizi de tıpkı bir büyüğe hürmet eder gibi ince ince düşünüp inşa etmişlerdir. 
Bu ehemmiyetin ve saygının gösterilmesinde hiç şüphesiz "Ve minel mâi kulle şey’in hayy (Hayatı olan her şeyi sudan yarattık.)"ayetinin büyük önemi vardır. Yazımızın konusu suyu aziz bilen ecdadın su daha musluklardan akmaz iken onu halka ulaştırdığı yapılar ve onların zarafeti ile ilgili olmasının yanı sıra gördüğümüz yapıların ne olduğuna vakıf olalım isteğidir. Ben burada yalnız onlar hakkında bilgi verebilirim lakin onların ruhunu hissetmek için gidip yerinde görmeniz ve biraz o dönemleri hayal etmeniz gerekecek.


(Müsenna hat ile yazılan "Ve Minel Mâi Kulle şey’in Hayy” ayetinin yazılı olduğu bir çeşme örneği -Süleymaniye Camii'ne giden yol üzerinde, Bozdoğan kemeri altında bulunmakta-)


Hiç şüphesiz su insanlara nasıl ulaşırdı dediğimizde akla ilk gelen şey “Çeşmeler” olacaktır. Lakin çeşme deyip geçmemeli, zira Müslüman mahallesi 2 yapı etrafında hayat bulur ve canlanır; Mahalledeki mescid ve meydandaki çeşme. Bu çeşmede su sırasını beklerken hemhal olur kadınlar, birbirine sevdalanmış yürekler belki ilk defa bir çeşme başında karşılaşır, oynamaktan yorulan çocuklar bu çeşmeden bir yudum alarak ferahlar. İşte buyrunuz, “nefes alan ve aldıran” bir çeşme böylece karşımızda.

Osmanlı çeşmelerine bakacak olursak sadakayı cariyeye niyetlenen kişiler tarafından yapılan çeşmeler genelde bir mahalle meydanında, bazen bir cami bir mektep yahut tekke yanında yapılırmış. Yani insanın en fazla olduğu yerde. Üzerleri talik veya müsenna hatla süslenen yapılarda su ile ilgili ayetler, hadisler ve kısaca yaptıranın bilgileri yer alır. Çeşmelerin yan kısımlarında genelde su kovalarının konulması ve içenin üzerine su sıçramaması için yalaklar bulunur.


(Klasik dönem Osmanlı çeşmesine bir örnek. Birçoğu bugün ne yazık ki böyle perişan bir halde...)


Lale Devri ile birlikte Osmanlı Toplumunda sebil ve çeşme yapımı artacak ve Lale Devrinin getirdiği yenilik hareketleri şüphesiz her alanda olduğu gibi mimari alanda da kendini gösterecektir. Bu değişim rüzgarı çeşmelerde de fark edilecektir. Daha önceleri genelde hep bir yapıya bağlı olan çeşmeler artık bir “Meydan Çeşmesi”olarak karşımıza çıkacaktır. Temel anlamda barok özellikler taşıyan ihtişamlı meydan çeşmeleri; kullanılan çini süslemelerle, mihrabı andıran süslemeleriyle ve her yanı çevreleyen hat yazıları ile bizlere mimaride Osmanlının kendi üslubu ile barok stili ince ince nasıl işlediğini de göstermektedir.


(Meydan çeşmesi denilince akla ilk gelen çeşmelerden 3.Ahmet Çeşmesi bunun en güzel örneklerindendir.)


Suyu ulaştıran bir diğer yapımız ise “Sebiller”dir. Genelde Selatin yapılarda ve varlıklı, devlet erkanı tarafından yapılan cami, külliye gibi yapılara birleşik olarak bulunurlar. Günümüzde bir çoğu ne yazık ki büfe olarak kullanılsa da eski devirlerde öyle mi; adeta bir ikram ve muhabbet yeri. Zira sebillerde çeşmede olduğu gibi sadece su içilmez; bayramlarda, kandillerde, şehzade doğumları ve sünnetlerinde buralarda türlü türlü şerbetler içecekler ikram edilirmiş. Sadece Divanyolu üzerinde yürürken bile kimi büfe kimi kitapçı olmuş birçok sebil görebilirsiniz. Lakin “yaşayan bir sebil” görmek isterseniz Üsküdar Yeni Valide Camii'ne gitmeniz gerekecektir. Caminin bir parçası olarak bulunan sebil tıpkı eski devirlerdeki gibi işlevini sürdürmekte. Sizin “Su alabilir miyim?” demenize bile gerek kalmadan sular sebilin içindeki masaya konulmuş oluyor ve sizde hiçbir şey demeden alıp suyunuzu yudumluyorsunuz. Suyu da öyle acı, tatsız bir su değil tam aksine ferahlatıcı, susuzluğunuzu gideren cinsten, leziz bir sudur. Kandil ve bayramlarda şerbet ikram edilmesi de ayrı bir güzellik. Sular şehri olarak bilinen İstanbul'da var olan yüzlerce sebilden sadece birinin işlevini sürdürmesi de trajikomik bir durum.


(Günümüzde büfe olarak kullanılan sebillere bir örnek. Yan kısmında ise sebille birleşik çeşme bulunmakta, sebillerin yanına ayrıca çeşmeler de yapılırdı.)


Sebillerde, tıpkı her eserde olduğu gibi hat sanatı ile süslenmiş ve bakanın göz zevkini doyurmakta. Ama buradaki süslemelerde diğer yapılardan farklı olarak hat yazıları sebili alabildiğine çevrelemiştir. Bu yapıya estetik bir görüntü kazandırdığı gibi bânisinin yarınlara söylemek istediği çok şeyi var herhalde diye düşünmeden edemiyor insan.


(Günümüzde İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü'ne ait olan Seyyid Hasan Paşa Medresesi Sebili ve Çeşmesi)

Suyu adeta raks edercesine ileten en zarif diğer yapımız ise “Selsebil.” Adı bile kulağa ne hoş geliyor değil mi? Selsebil aslında Kuran-ı Kerimde geçen bir ayetin (İnsan Suresi/18.Ayet) İslam mimarisinde ete kemiğe bürünmüş hali desek yanılmış olmayız. Zira cennette sürekli çağlayan bir pınarın adı olarak geçen selsebil bundan esinlenerek aynı isimle ortaya çıkmıştır. Kat kat süslerle bezenen selsebillerde su, bu katmanlardan her daim akar ve böylece hoş bir akustik oluşturduğu gibi görsel bir şölen de sunar bizlere.


(Topkapı Sarayı bahçesinde bulunan bir selsebil örneği. Su buradaki katmanlardan bir çağlayan misali akar ve hoş bir akustik ortaya çıkarır. Saray efradı yahut saraya gelen halk buradan su içebilir.)


Daha çok saraylarda, yalılarda yaşayan üst düzey bürokratların ve devlet adamlarının yaşadığı mahallelerde gördüğümüz selsebillerin bir istinası vardır ki o da Haseki Hürrem Sultan Hamamının At Meydanına bakan kısmında bulunan aynı isimli selsebildir. Bu aynı zamanda İstanbul halkının hizmetine de sunulmuştur.
Bu selsebil bir yaz günü sıcaktan bunalıp yanına gittiğinizde sadece akan suyun sesiyle bile sizi rahatlatıp ferahlatabilir. Bu suyun sakinleştirici etkisinin yanı sıra Doğu toplumlarının ona yüklediği huzur verici manası ile de ilgilidir. Bir yaz günü Sultanahmet'e yolunuz düşerse bu küçük ama abidevi yapıyı bu gözle bir dinleyin derim. Ayrıca soğuk, karlı bir kış gününde rotanızı muhakkak oraya çevirin, zira herkese görmek nasip olmayan bir güzellik ve zarafetle bambaşka bir şekle bürünüyor.


(Haseki Hürrem Sultan Selsebili)

Kadırga taraflarına doğru yürürken Esma Sultan Parkının yanında meydan çeşmesine benzeyen bir su yapısı görürsünüz. Fakat çeşmenin yan tarafında çeşmeyle bitişik bir merdiven, “Bunun burada ne işi var?” gibi bir soru oluşmasına neden olur kafanızda, işte bu yapı suyu halka ulaştıran bir çeşme, aynı zamanda bir “açık hava mescididir” yani bir “Namazgah"tır.


(Esma Sultan Namazgahı ve Çeşmesi)


Adı, görüntüsü ve özellikle işlevi ile suyun mana kazandığı en güzel eserlerimizdendir. Suyun mana kazandığı diyorum çünkü; Namazgahlarda alt çeşme kısmında önce susamışsanız suyunuzu yudumlar, elinizi yüzünüzü yıkar maddi kirlerinizden arınır, ardından bir güzel abdestinizi alır ve o merdivenlerle üst kata çıkıp huşû içinde namazınızı kılıp manevi kirlerinizden arınmış olursunuz. Suyun temizleyici özelliğini burada sonuna kadar tecrübe edersiniz. Bir zamanlar sadece İstanbul'da 153 civarı namazgah olduğu biliniyormuş fakat bugün bir çoğu ne yazık ki bakımsız, suyu akmayan, harap bir şekilde ya çürüyüp toprağa karışacakları yada bir kepçe darbesi ile İstanbul sokaklarından silinecekleri günü bekliyor. Tıpkı çeşmelerimiz, sebillerimiz ve daha pek çok tarihi yapılarımızda olduğu gibi…

*Havva DÜNDAR


Yararlanılan Kaynaklar:
DİA Selsebil Maddesi
Dünya Bizim.com/ Nidayi Sevim/ İstanbulun 153 Namazgahı

20 Ocak 2017 Cuma

Kelimelerin Gücüne Dair

Kûn feyekûn ile başladı her şey. Allah(c.c) 'ol' kelimesi ile oluşa getirdi kainatı. İşteşlik kattı oradakilere ve Adem'i yarattı sonra. Ona eşyanın ismini öğretti.Ve ikra dedi ardından gelenlere. Sonra Adem'e kalemle yazmayı öğretti. Birlikte anlaşıp anlatsınlar diye de bu iki şeyi meczetti. Yani insan şey'in hakikatini önce fark etti sonra okudu ve yazdı. Eşya denilenin hakikatini nasıl ifade edebilirim diye düşünürken ona diller öğretildi .Ancak diller de 'şey'lere sadece ad veriyordu ve mahiyetinin tanımını yapmıyordu. Ama bu yöntem ona soyut alanın somuta dönüşebilmesi için bir adım imkanı sağlıyordu. 
Zamanla insan somutta o kadar boğuldu ki, zahiri batın sandı ve eşyadan ibaret gördüğü dünyasının sınırlarını o kadar küçültmek zorunda kaldı. Tabi sonra küresel köy ve tartışmalar... Zihin dünyasının hadleri çizilirken, ufkun ötesinde de bir dünyanın olabileceğini kestiremeyen insan, küçük köyünün ağası olmayı ufkun ötesinin uzaylısı olmaya tercih etti. Somut alana hapsettiği 'şey' tanımları onu soyut alandan mahrum bırakıyordu ve farkında değildi. Tabi insan gücünün sınırlarını kelimelerle koymaya devam etti. Öyle ki mücadele önce kendi dilinden olmayanı öteleyerek onun kastettiği alanı, iddiayı yok sayarak başladı.
İkiye bölündü dünya Doğu- Batı oldu. 
Biri güneşe yasladı sırtını, diğeri uzayan gölgesine bakarak aldandı. 
İnsan kendinden olmayanı sadece dışlamakla kalmadı, onu kendisi de yabancılaştırarak yok etmeye çalıştı, öyle ki ona bu haliyle tahammül edemedi, kendisine benzeterek yok etmeye karar verdi. Çünkü bir şeyin kendisi olmayan başka bir şey olarak ifade edilmesi onu dünya hayatı açısından hiçe sayıyordu. Bu silahın kelimelerin gizemli dünyasıyla oluşturulabileceğini ilk fark eden Batı oldu. Uzun gölgeli adam, insanların zihnini kontrol etmeyi seviyor, onların hafızalarını yok etmekten büyük keyif alıyordu. Bu sebeple işe mefhumlardan başlama kararı aldı. 
Wittgenstain'ın "Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır." tanımından hareketle insanlığın sınırlarını kendi dünyasına hapsetme kararı aldı. Önce onların dünyasını yok etmenin iyi bir fikir olabileceğini düşündü ve onların dünya tasavvurunun içini dolduran medeniyet kelimesini katletmeye karar verdi. Medeniyetin içini dolduran kültür havzasındaki kalıpları inceledi, sonra onlara kötü lakaplar taktı. Cihada terör dedi örneğin, dedesini düşünenleri gerici ilan etti ve yeni'yi aramayan zihni taassup ile niteledi. O medeniyeti oluşturan değerlerin içini boşaltırken bir taraftan yeniden dolmasın diye bizzat kendisi doldurdu. Amerikan kültür emperyalizmi değil, Amerikan demokrasisi oldu ismi örneğin. Değişen her şey gelişme olarak adlandırıldı.Ve değişmeyen şeyler gelişemedi...Yani kelimelerle etiketlenen dünyayı , kelimelerle yönetmeye karar verdiler,zahiren...
Bugün biz tam olarak ne yapıyoruz? Uzun gölgesi altında dinleniyor muyuz o adamın? Ya da gölgedeki karanlığın farkına varan kaç kişi var? Allah eşyaya hakikati gizlerken onu kimsenin eline vermedi ve onu yok edici bir silah olarak da kullanın demedi. 
İnsanlar ilim yapalım derken ideoloji ürettiler ve mürekkebin aktığı yerlerde de kan var artık. Kalemin yazdığı şeyler, kalemlerin boyadığı hafızalar üretiyor savaşları. Zihin dünyamızı yitiriyoruz, kelimelerimizi kaybediyoruz ve maalesef farkında değiliz. 
Mürekkeplerin kan kokmadığı zamana, güneşin doğduğu âna, kendimiz olmaya ne zaman başlayacağız? Kelimelerimize sahip çıkarak olacak her şey. Dilimize sahip çıkacağız. 
Zira Ghandi "Söylediklerinize dikkat edin düşüncelere dönüşür…Düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür…Duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür…Davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür…Alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür…Değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür…Karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür…"
Bu cümleleri söylerken ne kadar da haklıdır.

*Zeynep KAYSERİ

17 Ocak 2017 Salı

KÜLTÜR MEFHUMLARI


Kültür sözcüğü, bugün birçok alan tarafından tafsilatlı bir terim olarak ele alınmıştır, bu sebeple sözlük anlamıyla bile düşünüldüğünde akıllarda onlarca nesne ve söylem canlandıracaktır. Bu yazıyla amacım sizlere bu tafsilattan seçmeler dizmek değil;  bunun yerine bunu çoktan hakkıyla yerine getirmiş kimselerin düşüncelerime çizdiği sınırları zorlayarak kendimce, bir çatışmanın olası nedenlerini ortaya koymak niyetindeyim.
Kültür, onu ortaya koyan toplumun bir ürünü olduğu gibi ortaya çıktığı coğrafyanın şartlarıyla da yakından ilişkili bir oluşumdur. Bu sebeple kültürün ya da -daha küçük çaplı düşünelim- kültür öğesinin taşınması halinde onu coğrafyasından koparmış olmak, bu kültür öğesinin onu taşıyan kişi ya da toplumların elinde daha ilk andan itibaren yeni bir anlam kazanmaya başlamasına sebep olur. Bu durumda şiirsel bir bakışla buraya müdahale edelim, nasıl şiirde imgeler çağrışım yoluyla duygu ve düşüncemizde farklı şekillerde vücut buluyorlarsa işte kültür veya kültür öğesi de kendine yabancı bir kişi, toplum ya da coğrafyada farklı anlamlar kazanır. Öyleyse kültürün ‘yabancı’ ellerde bulduğu anlam onu taşıyan ellerin prestijine bağlıdır,  gibi bir yorum yapacağım. Bu yorumun doğruluk ölçütüne dair size bir takım ansiklopedik veriler sunamam ancak sizi ilerleyen satırlarda bu yorumun bende yarattığı kafa karışıklığına davet edebilirim. Buyurun öyleyse!

‘Kültür’ün taşınması ve kültürler etkileşimi konusunda en bariz örnekleri Deniz Kavimleri İstilaları ve Kavimler Göçü sırasında görüyoruz aslında ancak ben Avrasya’nın kendine özgü  olan “Bigbang”ini doğuran 11. ve 18. yüzyıl aralığına eğilmek istiyorum.11. yüzyılda Asya’da hatta daha çok Anadolu’daki kültür etkileşimine dikkat çekmek gerekir ki bu daha sonra dalgalar halinde Afrika’ya kadar sıçrayacaktır.11.yüzyıla kadar Orta Asya’dan Anadolu’ya akan Türk varlığı, burada Türk-İslam kültürü hüviyetini katlamak suretiyle klasik Türk kültürüne yeni bir çehre kazandırmış ve bunu gerek mimari gerek sanat ve edebiyat olarak Anadolu’ya ve Anadolu insanına işlemişti. Avrupa’da ise bambaşka bir hava hâkim idi. Asyalı ve Afrikalıdan tamamen farklı bir yönetim felsefesinin nesnesi olan Avrupa insanı bu yıllarda sosyal olarak türlü çalkantılar ve buhranların yanı sıra açlık, kıtlık ve yoksullukla imtihan oluyordu. Kraliyet üyelerinin ve bağımsız soylu şövalyelerin, sefalet içinde yaşayan halktan apayrı bir sosyal dairede oturuyor oluşu bahsettiğimiz coğrafyada şiddeti sürekli olarak tırmandırıyordu. Avrupa’da bu gerilim artarken siyasi otorite ‘varlık’ derdine düşmüş, Papa ise dinin Ortaçağ insanındaki tezahürünün yaptırımlarından kazandığı dini-siyasi misyonunu, 11. yüzyıl dünya dengelerini kendi lehine çevirmede kullanmaya yelteniyordu nitekim bir ölçüde başarılı da oldu. “Haçlılar” papanın çizdiği rota doğrultusunda Anadolu’dan Afrika’ya taşan seferleriyle Batı’nın dönemsel karar mekanizması olan papanın niyetine uyacak şekilde faaliyet gösterdiler ve kolonizatör devletler kurdular ve tabi ki ortadan kaldıramasalar da coğrafyadaki Türk hâkimiyetini yıprattılar. Bu noktada madalyonun diğer tarafını görmekte fayda var. Türk-Avrupalı veya Asyalı-Avrupalı çatışması sadece siyasi sınırları yıkmamış, aynı zamanda iki farklı kültürün kesişmesine de sebep olmuştur. Kaynaklarda tarihin en büyük orduları diye tabir edilen bu orduların Doğu’ya akışı, burada yerleşenleri tamamen etkilediği gibi geri dönenlerin de kendileriyle birlikte götürdükleri “kültür öğeleri” Avrupa kültüründe farklı anlamlar ve boyutlar kazanmıştı. Böylece sonraki yüzyılların da kültür değişim ve etkileşimlerinin potansiyel sınırlarını çizilmiştir. Ticaretin bu seferler sonucunda yükselişe geçmesi, dillerin, yemek kültürünün, Ortaçağ’ın gündelik yaşam bilgisinin karşılıklı olarak bir alışveriş nesnesine dönüşmesi, tarafları, Doğulu ve Batılıyı, geniş paydalarda düşünürsek, iki yabancı toplum olmaktan çıkarmıştır, elbette o dönem için. Bu etkileşimin bir benzerini 13.yüzyılda Moğol istilaları izlemiştir. Moğol istilalarını müesses idari düzen ve sınırlara müdahale olarak değerlendirip yeni bir evrenin kapısı olarak düşünmek yanlış olmasa gerek.14. ve 15.Yüzyıllara geldiğimizde Batılının 11. yüzyılda heybesine koyup götürdüğü “Doğulunun yaşamının izlenimlerini” öylece unutmadığı aşikâr. Dedik ya, kültür öğeleri de imgeler gibi farklı tezahürlere gebedir.200 yıllık bu heybeden çıkanlar, iç dinamikleri fazlasıyla yıpranmış olan Ortaçağ kabullerinin yıkılmasında rol oynamadı desek haksızlık etmiş oluruz. İç dinamikleri bir kenara bırakalım, Ortaçağın feodal duvarlarının yıkımına küçük bir teşvik olan imgelerden biri olan Fetih(1453) bu heybeden çıkanlardan sadece biridir. Anadolu ve Asya 10.yy itibariyle nasıl kabuk değişimine girdiyse Avrupa da kökleri çok daha eskiye dayanan bir değişim sürecine Reform ile birlikte giriyordu. Reform insanını doğuran tarih, Doğu’yu görmüş, ondan etkilenmiş Batılı deneyimi ve Batılı düşüncesiyle yazılmıştı. Böylece türlü öğenin karşılıklı etkileşimi sonucunda Doğu’da ve Batı’da yüzyıllara göre farklı tezahürlerin birer sonucu olarak çeşitli paradigmalar doğmuştur. Siyasi varlık mücadelesi söz konusu olduğu sürece de bu paradigmalar doğal bir savaş/çatışma içerisinde olmuştur. Fikrimce bu çatışma  bugün de devam ediyor aksi halde sonuçsuz kalınacağı bilindiği takdirde “üstün kültür” diye bir kültür ve kanıtlar arayışına şahit olmazdık. Belki.

16. yüzyıla doğru geldiğimizde ise Asya’da göz dolduran siyasi varlık olarak Osmanlı ön plana çıkarken Avrupa’da bunun çeşitlilik gösterdiğini ve kısa aralıklarla bu çeşitliliğin rekabete girdiğini görüyoruz. Bu paradigmalar çeşitliliğini,  günümüz standardizasyon amaçlı kültür etkileşimlerinden ayıran ise yönetimin seçkin paradigmalarının halka indirgendikçe farklı şekillerde tezahürlere imkân tanımasıydı. Günümüzde imkân tanınmıyor mu? Bu başka bir yazının konusu olsun.
Şüphesiz dogmatik düşünce sınırlarını fikirleriyle aşındırmış olan mütefekkirlere burada hak ettikleri payeyi vermek gerek zira onlar toplum hafızasında ve havsalasında yeni ve berrak bir hava sahası meydana getirmişlerdir. Böylece yeni dünya algıları, bilim metodolojisi, şiir anlayışı, yaşam mefkûreleri, yaşam felsefeleri,  yeni sosyolojik tezler ve daha nice Yeni’ler yaşamdan bir parça haline geldiler.

17. ve 18. Yüzyıllara gelindiğinde, Reform düşüncesinin temel dinamikleri olan antik metinlerin ışığında Batılının düşünce dünyasına ve tabi ki paradigmalara,  periyodik olarak Pozitivizm, Ampirizm, Rasyonalizm akımlarının damgasını vurduğunu söylemeliyiz. Buna karşılık olarak belki siz de benim gibi bu kültür etkileşimine gerektiği payeyi vermediniz ve öylece geçmeyi düşündünüz, umarım yapmamışsınızdır çünkü aksi halde siz de benim gibi bir noktayı kaçıracaksınız. Osmanlı hâkimiyetinin gölgesindeki Doğu’nun, Selçuklu ile bu topraklara işlenmiş Türk-İslam kültürüne ve onun tezahürüne dayanan kadim paradigmasına sıkı sıkıya sarılıp, kapalı kutuya dönüşmesi Batı’nın çeşitli ve farklı formlardaki paradigmalarıyla tek başına savaşmak zorunda kalmasından bahsediyorum. Belki de sizler de birçok üstadın da dediği gibi Doğu’nun tek tabanca  paradigmasının yenilgisini reddedecek ve  bu doğal paradigmalar savaşındaki garip skoru sadece bir zamanlama sorunuyla açıklayacaksınız. Fikir benim, hüküm sizin!


*Gamze ERGÜN

13 Ocak 2017 Cuma

Kafkasya: Acı Vatan



Kafkas sıradağları, Avrupa ile Asya arasında yükselen oldukça büyük bir duvar hüviyetindedir. 
Kafkasların iki değişik ırktan meydana geldiğini söyleyebiliriz; Hint-Avrupa ırkı ile Moğol ve Tatar kökenli topluluklardan oluşan Turan ırkı.

Bölge halkları diğer coğrafyalardan sarp kayalıklar ile tecrit edildiklerinden birbirleriyle sıkı bağlar kurmuş ve zamanla ortak adet, gelenek, sosyal yaşam, törensel davranışlar kazanmışlardır. Örneğin; kadına duyulan saygı, konukseverlik yasası, kardeşlik yemini...

Rivayet odur ki, bölgede bir efsane dolaşır dilden dile... Dil dağıtan bir melek Kafkasya dağlarına geldiğinde yorulmuş ve sepetindeki tüm dilleri oraya döküvermiştir. Bölgede ki dil çeşitliliği sebebiyle coğrafyacılarca Cebel-i Elsine yani Diller Dağı olarak anılan Kafkasya yöresi, gerek coğrafi gerek etnografik nedenlerden ötürü bölgede ki Roma, Sasani, Osmanlı gibi devletlerin mutlak hakimiyetine imkan vermemiştir.

Kafkas halklarının tarihini 3 temel dönemde inceleyebiliriz.

Birinci dönem, 3000 yıllık büyük işgaller dönemidir. M.Ö. 1200'lerde Kimeryalıların Güney Rusya'da gözükmesiyle başlayan bu dönem 19.yy.'da Çarın egemenliğinin kabulüyle sona erer.

İkinci dönem ise, Kafkas Dağlı halklarının Çar ordularına karşı direnişini kapsayan dönemdir. 
Bu dönem Çeçen Mansur liderliğinde Ruslara karşı açılan ilk kutsal savaş ile başlar. 
Bu dönem içerisinde; Gürcistan'ın Ruslar tarafından ilhakı, aynı tarihlerde bazı Dağıstan kabilelerinin, Osetlerin, İnguşların boyun eğmesi, 1858'te Şamil'in teslim olmasıyla Kafkas savaşını sona ermesine kadar yaklaşık 40 yıllık bir direnişi barındırır.

Üçüncü dönem ise 1858'de Dağıstan'ın ve 1864'te Kuzey Kafkasya Çerkeslerinin yenilgiyi kabulünden günümüze dek sürer ve henüz tamamlanmamıştır.
Kimilerine göre Kafkasya Savaşı yeni başlıyor...

Lakin genele bakıldığında bu coğrafyanın uzun vadede kazananı Rusya oldu. İran, (Gülistan ve Türkmençay ant.) ve Osmanlı ( Edirne ant.) Kafkasya üzerindeki tüm haklarından feragat edince bölgedeki halk Osmanlı'ya idari açıdan bağlı olmadıklarını, sadece halifeye bağlı olduklarını dile getirerek işgale karşı çıktılar. 
Artık Kafkasya halkları tek başına bir mücadele vermek zorundaydılar.
Hatta Çerkesler ile ilgili şöyle bir hadise aktarılır;
General Rayevski, Sultanın bu toprakları Çara bıraktığını bildirmek için Şapsığlar kabilesinin şefini davet eder. Şef, Rayevski'ye şunu sorar: "Sultan, ne olursa olsun bir şey ödemeyi asla kabul etmeyen bizleri hangi hakla Rusya'ya veriyor?"
Sonra ağacın üstünde tünemiş kuşu gösterir ve şöyle der:

"General, şu kuşu sana  veriyorum. Git kendin al!"

Bu söz ile tartışma sona erse de, Kafkasya'daki direniş yıllarca sürecektir.

Her ne kadar bölgede gaza hareketi vasfında Nakşibendi tarikatı öncülüğünde mücadele edilse de, Kırım Savaşı'nda önemli bir fırsatı İmam Şamil ve Osmanlı irtibatsızlığı sebebiyle kaçıran halk, İmam Şamil'in esir düşmesinden sonra 6 yıl kadar daha mücadele edebilmiştir. 

Bu süreçte çatışmaların yanı sıra güçlü bir ambargo uygulanıyordu. Hiç bir geminin Kafkasya limanlarına yanaşmasına müsaade edilmiyordu. 
Hatta bir dönem, tuz sadece Rusya üzerinden karaborsa yoluyla gelebildiği için Kafkas halkları tuz kullanmanın ihanet olacağı kararına varmışlardı. 
1845'te Çerkeslerin durumu iyice kötüleşti. Kıyıdaki ambargo güçlendirildi, Kafkasya topraklarında büyük bir kuraklık ve beraberinde açlık yaşandıysa da Çerkezler silah bırakmaya yanaşmıyorlardı. 
Çerkeslerin en gururlu kabilesi olan Ubıhların prensi Berzeg beyin teslim olmasını öneren Rus generale yanıtı ise çarpıcıdır: 

"...Onurlu insanlar kılıçlarıyla susturamadıkları insanları aç bırakarak mı yenmek zorundadırlar?(...) Sizin ekmeğinizi istemiyoruz, sadece onu başka yoldan bulma özgürlüğümüzü istiyoruz."

Kafkasya, kan ile sulanmış bir coğrafyadır bir çok coğrafya gibi. Ama bakıldığında sadece Kafkas halklarının değil Rusların da mezarı oldu bu bölge. Zira kalelerde tecrit hayatı yaşayan Ruslar yanlarında top bulunmadığı durumlarda kaleden çok uzaklaşamıyorlardı, çünkü ani baskınlar sıklıkla tekrarlanıyordu. Birde Kafkas halklarının geceleri hep orada olduklarını belirtircesine attıkları korkunç savaş çığlıkları askerin psikolojisini alt üst ediyordu. Rivayete göre bu çığlıklar, melankoliyi, hüznü ve vahşiliği, savaş arzusunu içinde barındırırmış. 
Zorlu geçen bir direniş sürecinin ardından 21 Mayıs 1864’de Soçi yakınlarında Kbaada Vadisi'ndeki savaş Çarlık Rusya'sının galibiyetiyle sonuçlanırken, Çerkesler için de "sonun başlangıcı" oldu.

Rusya'nın bölgede güttüğü stratejinin özü demografik üstünlüktür. 
Bu sebeple bölge halkına iki seçenek sunulmuştur; ya iç bölgelere göç edecekler ve asimile olmayı göze alacaklar, ya da Halife'nin vatanına hicret edecekler ve ata yadigarı topraklarından ayrılacaklar.

Çoğunluk Halife'nin vatanına hicretten yana tercihini kullandı. Kalanlar ise çeşitli asimilasyon politikalarının kurbanı olarak, dinini, dilini, kültürünü kaybetti. 

Mevsimler kışı gösteriyordu. 
Dağlarına veda eden halk, küçük bir sahil şeridine sıkışmış durumdaydı fakat Rusya, Osmanlı'nın mevsim şartları normalleştiğinde göçü gerçekleştirmesi yönündeki ısrarlarına kulak asmadı.
Yüz binlerce insan Kafkasya'nın limanlarında soğuktan, salgın hastalıklardan hayatını kaybetti. Göç hadisesi esnasında 600 binden 2 milyona kadar varan kayıp tahminleri var.

Tarih sayıları belirtir, acıları değil. Bir insanın yaşamı söz konusu olduğunda istatistik değerlerin yüzüne kimse bakamıyor.

Binlerce insan zor iklim şartlarında trenlerde, garlarda, gemilerde, kara yollarında açlık ve sefaletle başa çıkmaya çalıştılar. 

Donan annelerinin yanından ayrılmayan bebekler, bebeği öldüğü halde onu denize atmasınlar diye hala ninni söyleyen anneler, gemi seyir halindeyken denize düşen çocuklar ve onlar için durmayan gemi mürettebatları, balık istifi gibi bir gemiye standardının 4-5 katı fazla bindirilen insanlar... Sırf daha çok para kazanmak için gemileri belirli açıklığa getirip insanları denize atan denizciler... 

Çok acı hatıralar zihinlerde yer edindi ve keskin sosyolojik gerçekliklerle göç mefhumu insanların yüzüne çarpıldı. 
Lakin Çarlık, Karadeniz'de boğulan yaklaşık 1,5 milyon insanın sürgün edilişini resmi tarihine "gönüllü olarak göç" diye yazdı. 

Çerkesler tüm coğrafyalara nar taneleri gibi dağıldılar. Aklınıza dahi gelemeyecek coğrafyalarda günümüzde Çerkeslerin varlığına rastlamak mümkün. Çoğu Türkiye'de olmak üzere Ürdün, Filistin, Endonezya, Irak, Amerika, Suriye, Mısır, Libya gibi pek çok ülkede mevcutlar.

Bugünlerden dönüp 1864'e baktığımızda, yakılan ağıtları, Karadeniz'in karanlığını, ölümleri, yitirilmiş umutları, uzun yıllar balık yemeyen Çerkes ahalisini, Osmanlı'nın coğrafyasında dağılmış aileleri, ve tekrar bu memleketi vatan olarak benimseyen Çerkesleri görüyorum.

İnsanın doğup büyüdüğü yerden sonraki vatanı; ona kapısını şartsız açan ülkedir. 
Yukarıda yazılanlar, sebepler ve sonuçlar, biraz düşününce bugünleri ne kadar da anımsatıyor insana değil mi?
Aslında ihtiyacımız olan yegane şey, kardeşçe yaşamak. 

Unutmayın!
Türkiye;
Tarih boyunca Abhazlar, Afganlar, Ahıska Türkleri, Azeriler, Boşnaklar, Bulgaristan Türkleri, Çerkesler, Cezayirliler, Gürcüler, Irak Kürtleri, İranlılar, İspanyollar, Kazaklar, Kırgızlar, Kırım Tatarları, Museviler, Polonyalılar, Ruslar ve Suriyeliler için vatan oldu. 

Ve bu coğrafya her zaman birileri için vatan olacaktır.

*Asya Setinay KARAGÜL

9 Ocak 2017 Pazartesi

MUKADDİME


"İlim mirasın hayırlısıdır" diyor ilmin kapısı Hz. Ali.

Bizlerde bir grup üniversite öğrencisi olarak evvela büyüklerimizin yol göstericiliğinde ilim yolunda bir şeyler yapmak istedik.
"Zaten Okul okumuyor musunuz daha ne yapacaksınız?" Demeyin. Zira ilim uçsuz bucaksız bir deryadır, bir köşesini tuttum dersiniz diğer kısmı eksik kalır yani sonu gelmez ne tarafından tutsanız hep bir şeyler eksik kalır.
Bizlerde bu yılın başında bu uğurda bir adım atalım ve kulübümüzün aracılığı ile genç dimağlara ilim yolunda bir destek bir vesile olalım dedik.
Evvela insanlığı tanıyalım,bizden evvel var olmuş bugünlere erişmemizde katkı sağlamış kadim medeniyetleri tanıyalım istedik
.Ve bir baktıkki mezopotamyada bir baktık ki uçsuz bucaksız Nil nehrinde, bir baktıkki Cebel-i Elsine diyarındayız.
Bölge bölge, kıta kıta dolaşmaya başlamışız. Sonra gördük ki taşlarda ve yollarda ilim fısıldıyor bizlere; "Bizi görmezden nasıl gelirsiniz ey ceddimin evlatları" diyorlar.
Bu siteme sessiz kalmak olur mu? Dinledik taşları ve döküldük yollara. Kadim Bizans İstanbul'undan Osmanlı'ya ve Cumhuriyet'e adım adım yürümeye niyet ettik.
İlk adımımızı attık ve hak verdik bize sitem eden taşlara ve yollara. Bu ihtişam, bu gizem ve bunca yaşanmışlıklarla dolu bu kent, nasıl bir şeyler öğretmez insana?
Tamam dedik, ilim yolunda bir rehberimizde bu taşlar olacak.
Herkes sadece bakıp geçerken, biz onların dilinden anlayacağız, anlamadığımız zamanda sabırla ,azimle çözmeye çalışacağız ve kaybolup gideceğiz derinliklerinde...
Ve biz onların dilini çözdükçe daha da çok şey verecekler bize; kendi sırlarını, hikayelerini biz daha sormadan anlatacaklar, böylece bizlerde ilim deryasında kaybolmanın, öğrenmenin hazzını daha iyi hissedecek ve idrak edeceğiz.
Dört duvarla çevrili sınıflar değil her şey bizim için bir okul olacak adeta.
Vira Bismillah deyip açtığımız blogumuzda bu amaçla;
edebiyattan tarihe, sanattan sinemaya birçok konuda yazılar, araştırmalar paylaşmayı planlıyor ve böylelikle hem kişisel gelişimimize hemde ilim hayatımıza katkı sağlamayı arzuluyoruz.
Yarına miras olarak bırakacak evimiz, arabamız olmayacak belki ama mirasın en hayırlısı olan ilmi bırakmış olacağız.
Lafı fazla uzatmadan bu yolculukta aramıza katılmak isteyen herkesi bekleriz.
Zira kapımız dergah kapısı gibi bu niyetle yol almak isteyen herkese açıktır.



*Havva DÜNDAR