28 Şubat 2017 Salı

Doğu-Batı Eksenli Millet Kavramı




Türkçede kavim, ırk, topluluk anlamında kullanılan "millet" kavramı, İslam literatüründe farklı olarak "gidilen yol" manasına gelmektedir. Bu bağlamda Doğuda millet kavramının "din ve şeriat" anlamında kullanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Doğuda Müslümanların "millet", Batıda Hristiyanların "nation" dediği kavram aynı zannedilse de farklı coğrafyalarda çeşitli kalıplar içerisine girdiği muhakkak. 

Hristiyanların "nation" anlayışında din daha az etkide olup kavimsel ve etnik unsurlar ağırlıklıdır ki biz buna örnek olarak Haçlı seferlerini verebiliriz. Bu seferlerde din olgusu ile hareket edildiği iddia edilse de etnik kimlik her zaman daha ön plandadır.

Doğu toplumlarına bakıldığında ise geleneklere bağlı ve dış etkilere daha kapalı bir saha ile karşılaşıyoruz. Unutulmamalıdır ki bu coğrafyadaki topluluklarda din, toplumsal kimlikten ayrılamaz. 

İlahi dinlerin etkisiyle aynı inanca bağlı kimseler kendilerini tek bir millet olarak kabul edip, dışta kalanları ötekileştirmişlerdir. Bunun en akla gelir örneğini Yahudiler oluşturmaktadır. Kendilerini seçilmiş bir millet olarak gören bu grup diğerlerine Centil ya da Gentile diye adlandırır. Tanah ve Eski Ahit'te "İsrailoğulları'ndan olmayan" manasında kullanılan bu tabir günümüzde "Yahudi olmayan" anlamında kullanılır.

Yahudi kendini asil görür, Hristiyan zenciyi aşağı görür. 
İslam ise tüm Müslümanların tek bir millet sayılmasının yanı sıra başka milletlerin de olabileceğini kabul eder. Bu konuda İslam düşünürleri, millet ve toplum terimlerinin bir bütünün farklı yönlerini tarif ettiğini savunurlar. 

Bir Türk-İslam devleti olan Osmanlı'da bu konunun yansımalarına bakacak olursak, milletin temelini din oluşturmaktaydı. İslam dinindeki hoşgörü esasını yönetim politikasına yayan Osmanlı Devleti, fethettiği yerlerdeki yerli unsurları tahrip etmemenin yanı sıra onları her türlü baskıdan kurtarmıştır.

Osmanlı devlet idaresinde hakim unsur mütemadiyen Müslümanlardı ancak gayrimüslimlere zamanın şartlarının ötesinde bir özgürlük bahşedilmişti. Orta-çağda ve modern dönemlerde üç ilahi dini resmen tanımış ve onların haklarını güvence altına almış tek devlet olan Osmanlı, başka ülkelerden baskılar sebebiyle kaçan diğer gayrimüslimlere de her daim kucak açmıştır. Misal verecek olursak, İspanya'dan "reconquista" hareketi doğrultusunda çıkartılan sadece Müslümanlar değildi. İspanya'dan sürülen Seferad Yahudilerine de Osmanlı'dan başka hiç bir devlet kapısını açmadı. 

Genel olarak bakıldığında millet sistemi, iki gruba ayrılan (Müslümanlar-Gayrimüslimler), inanç farklılıkları esası üzerine kurulmuş ve bu farklılıkları koruma amacı güden çok kültürlü bir teşkilattır. 
Batı devletleri gibi farklılıkları benzer yaparak, tek tip bir toplum oluşturma gayesinden ziyade farklılıklar ile barış içinde yaşamayı amaçlayan Osmanlı'da ki temel politika devlet otoritesini tanıma ve onun yasalarına uymayı esas alır.

Osmanlı millet sistemi, 19. yüzyılda kendi orta sınıfını oluşturan Osmanlı gayrimüslimlerinin ve aydınlarının Batı'nın etnik milliyetçiliğine yönelmelerine dek sürdürülmüştür. Dini esas alan Osmanlı toplumunda, milliyetçilik akımı etkisiyle ekstra hak isteyen ve Osmanlı'dan ayrılma talebinde bulundan gayrimüslimler, yine bu din olgusu üzerinden hareket etmişlerdir. Çünkü kendi milli kiliselerini kuran etnik gruplar arasında milliyetçilik düşüncesi daha hızlı yayılmıştır.

19. yüzyılda, geleneksel millet anlayışını Batının "nation" anlayışına çevirme çabaları içerisine giren Osmanlı, 1856 Islahat Fermanı ile her bireyin eşit olduğunu duyurarak millet sistemine son vermiştir. Bireyi esas almaya başlayarak etnik kimliği öne çıkartma amacı taşıyan politikalar toplum yapısını sarsmıştır.

Bu durumun etkisiyle iki akım ortaya çıkmıştır. Bir taraftan Osmanlı Devleti'nin etnik kimliği vurgulanmaya başlamış, diğer taraftan ise birliği koruma amacı ile devletin dini özellikleri ön plana çıkartılmıştır. Biz bu politikalara günümüzde, Türkçülük ve İslamcılık diyoruz. (Ayriyeten söylemek istiyorum ki, bu -cı/-ci ekleri ile biten sözcüklerle aram hiç iyi değildir, lakin durumu belirtmenin en kısa yolu buydu.)

Sonuca bakıldığında ise karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor; 600 yıldan fazla ömrü süresince farklı unsurların birlikteliğinde güzelliği yakalayan ve din esaslı millet sistemine göre yönetilen Osmanlı, 19. yüzyılda Batı'dan devşirilen "nation" anlayışının gayrimüslim unsurlar arasında yayılması ile bir kırılma sahasında yol almaya başlamıştır. Bu tarihlerden itibaren gayrimüslimler arasında etnik kimlikler ön plana çıkartılmışsa da Müslümanlar uzunca bir süre din olgusunu birleşme noktası olarak kabul etmişe benziyorlar. Bunun sebeplerini çeşitlendirebiliriz; Arapların bağımsızlık istemelerini engelleme veya 1. Dünya Savaşı başlangıcında dahi hala inanılan halifenin gücünden kaynaklı olabilir. 

Türk milliyetçiliğinde ise yine toparlayıcı güç İslamiyet'tir.
Cemil Meriç’in dediği gibi: “Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek insan, tek kalp haline getiren İslamiyet olmuş.”

Batı tarafından kabul ettirilen dil-etnik kimlik esaslı laik milliyetçilik anlayışını kabul eden, Türkleri Batılılardan öğrenen ve Batı oryantalizminin doğurduğu tarih anlayışına sıkı sıkıya sarılan günümüz "zihni göçebe aydınları", Descartes'in şu sözlerine kulak vermelidirler; 
"Uzak coğrafyalara ve çok eski tarihlere aşırı ilgi, insanı kendi zamanı ve vatanı konularında bilgisiz bırakır."

Ulaşılmak için çabalanacak yegane ütopya yerli ve milli bir "milliyetçilik anlayışı" ve "tarih şuuru" olmalıdır.

Gelin kendi coğrafyamızın tüm unsurlarını inceleyelim, zira Orta Asya'nın derinliklerinde boğulmak zannettiğimiz kadar günümüzü anlamlandırmıyor olabilir.

*Asya Setinay KARAGÜL

21 Şubat 2017 Salı

"Sabır acı, meyvesi tatlı"



Selamun Aleyküm diyerek söze başlayalım. 
Bu dünyada ne kadar sabırlıyız? Bu sorudan ilerleyecek olursak, hayatta her şey istediğimiz gibi gitmez ve istediğimiz şeyler kolay kolay verilmez. Allah kimi kuluna arzu ettiği şeyi kısa bir süre sonra verirken kimi kuluna da "Sen bekle kulum!" diyerek onu kapısında bekletir bir süre. Bazen bir kaç gün, bazen bir kaç ay, bazen de yıllar sürer ama eninde sonunda iyisiyle veya kötüsüyle bir şekilde karşısına hayırlı olanı çıkarır. 
Aslında bu iş bana göre, tuğla dizmeye benziyor desem yanlış olmaz. İnsanoğlu fıtratı gereği fazla sabırlı yaratılmamıştır. Allah isteseydi elbet bu şekilde yaratırdı ama bunu bizim çabamıza bağlı kılmıştır. Kimileri bu tuğlaları dizerken sabırla, sonuna kadar dizer. Kimileri de biraz dizer ve daha işin sonuna gelemeden pes eder (isyan etmektir) ve bu noktada kendinize şu soruyu sorun bence, "Acaba ben bu dünyada tuğlaları sonuna kadar dizenlerden miyim yoksa yarı yolda pes edenlerden miyim?"
Burayı sizlere bırakıp devam ediyorum... Anne karnındaki bir bebek herhangi tıbbı bir sorun olmadığı sürece 9 aylık gelişimini tamamlamadan doğması mümkün değildir. Şöyle bir şey düşünelim; Bir annenin, ben çocuğuma kavuşmak istiyorum diyerek ona erkenden sahip olabilmesi mümkün mü? Velev ki böyle bir şey mümkün, o zaman bebek sağlıklı bir şekilde dünyaya gelir mi? Vaktinden önce çiçek açmaz denir ya arzu ettiklerimizde vaktinden önce gerçekleşmez. Bu durumla ilgili  örnek ayet vermek isterim: 
"Bugün ben, gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. şüphesiz onlar, kurtuluşa ve mutluluğa erenlerdir." ( Mü'minun suresi,111 ) ayette de belirtildiği gibi sabretmenin sonucu mutluluktur! 
Fakat biz insanoğlu ne yaparız, üç gün isteriz üçüncü günün sonunda da ben üç gündür dua ediyorum ama olmuyor deriz. Peki güzel insan! İyi güzel de sen üç gün istemişsin ama olmamış bir daha dene. Üç gün değil de bir hafta dene, yine mi olmadı? 15 gün! Yine mi olmadı yine, yine, yine... Sen olana kadar devam etsen ne olur? Sen nasıl her gün yemek yemekten vazgeçmiyorsan, (üstelik ne kadar yersen ye acıkıyorsun) sonunda dua etmekten niye vazgeçiyorsun? 
Peygamber Efendimiz ( s.a.v ) şöyle buyuruyor:
"Allah, kulu aceleci tavırlar yapmadığı sürece dualarını kabul eder. Azimli olmak lazım kolay pes edenlerden değil, sonuna kadar koşanlardan olmak lazım." 
Yine Peygamber Efendimiz ( s.a.v ) den bir örnek verelim. Hepimizin bildiği üzere zorlu bir İslamı yayma süreci olmuştu ve Peygamber Efendimiz'in ashabından Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Hz. Peygamber'i , kavmi taşlamış ve onu yaralamıştı. O ise Allah'a şöyle dua ediyordu: Allah'ım halkımı bağışla çünkü onlar gerçeği bilmiyorlar." 
Peygamberimiz'in bu tutumu ve Allah'ın yardımıyla bir dönem sonra Taif halkı tümüyle Müslümanların hakimiyetine geçti ve o taş atanların büyük bir kısmı da Müslümanlığı kabul etmiştir. 
Görüldüğü üzere, Peygamber Efendimizin bu kadar sabırlı ve kararlı olmasıyla ve tabi ki  Allah'ın da izniyle, sıkıntılarının sonunda mücadelesinde galip gelmiştir. O'nun ümmeti olarak bizim de aynı sabır ve kararlılıkta olmamız ve ne zaman sabrımızın artık yetemeyeceğini düşünürsek aklımıza Peygamber Efendimiz'i de getirmeyi unutmamalıyız. 
Başka bir pencereden de bakmak gerekirse, belki de istediğimiz şey bekledikçe güzelleşir ve bizim hayal ettiğimizden daha iyisi olur. En önemlisi de sen 'sabretmek nedir' bilmezken, bu işin sonunda sabretmeyi öğrenmiş olursun.
Bir diğer önemli husus da nasıl istediğimizdir. Gönülden mi yoksa gelişi güzel mi istiyoruz(?) Bugün hangi işe başlarsak başlayalım eğer içimizden gelerek yapmıyorsak, mutlaka bir aksilik yaşanır. İşte isterken de eğer gönülden değil de dil ucundan söylersek olması biraz daha zorlaşır. 
Bu kapıyı nezaket ve incelikle çalıp arzu ettiklerimiz içinde sonuna kadar beklemeliyiz. Evet, belki zor olacak kimi zaman pes edeceğiz ama ne zaman böyle olursak aklımıza şu gelmeli; Allah kulunu boşuna bekletmez! İşte O'na sonsuz güvenmek! İşin sırrı burada. Beklemek kimi zaman yorucu da olsa bekleyin! İyi ya da kötü arzu ettiğiniz şey gerçekleşse de gerçekleşmese de eyvallah demesini bilmeliyiz. 
Bir Şems Tebrizi sözüyle noktalamak istiyorum. "İlim üç şeydir; zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden." 

Hayatınızda ki en güzel kıyafetiniz sabır olsun ve her şey gönlünüzce değil hakkınızda hayırlısı nasılsa öyle olsun...

*Merve Fırat

17 Şubat 2017 Cuma

Thomas More/Her Devrin Adamı(2)



2. Bölüm: Ütopya “Bir Ulu Rüyayı Görenler Şehri”



Ütopya…
Bir ulu rüyayı görenler ülkesi
Ne yazan sıkılır yazanda seni
Ne okuyan bıkar hayal edende
Bir kuru meczubuz gezen her yerde
Çölde vahasını arayan bir mecnun misali
Bekliyoruz heyecanla o güzel visali

Evet, bu yazıyı okuyan sevgili kardeşim; yelkenleri fora ettik ve güzel bir yolculuğa koyulduk. Azığımız ilim ve ara sıcağımız şiir. Haydi devam edelim bu yolculuğa. Ulaşmak için menzile yardım etsin bad-ı saba…

Ütopya kitabını yazarken Thomas More’un tek amacı hiç şüphesiz ki Mo gibi ya da Atlantis gibi var olmayan ya da var olması muhtemel bir şehri ya da milleti ele almak değildi. Niyeti içinde yoğrulduğu devletin yasalarını, yönetimini, bağlı olduğu kralı ve din adamlarını kıyasıya eleştirmekti. Bunun için ironiyi paravan olarak kullandı. Yalnız bu işi biraz abartmış olacak ki bazıları bunu sadece şaka olarak algıladı. Ama gören göz, yazan kalem, dökülen mürekkep ne için yazıldığına şehadet etmiş olsa şüphesiz ki benim ayak izimi takip edecektir. Tıpkı benim de kitabın mukaddimesini takip edip kabullendiğim gibi. Kitabı kaleme alırken içindeki aşk Rönesans'ın bitmek bilmeyen -okunması yasak olmasa da hoş görülmemesine rağmen- klasikler sevdası ve müthiş hümanizmin getirdiği gönül huzurudur diyerek sade bir ifadeyle açıklamış olalım. Kandilimizi aldıysak artık bu zifiri karanlıkta rahatça yol alabiliriz.

Kitabın adından başlayalım. Evet yukarıda geçtiği gibi kitabın adı Ütopya. Nam-ı diğer “hiçbir yer” açıklaması bu meyanda. Bu ülke uzayda değil yalnız tamamen gerçek de değil sanırım bir sırrı daha ifşa ettik. Yeni Dünya denen bugünün Amerika kıtasında bir yer. Zaten kitabın adından bir ironiler silsilesi ile karşılaşacağınızı anlamışsınızdır umarım. Kitabı 1515 yılında tanıştığı dostu Peter Gilles’in gezgin bir arkadaşı olan Raphael Hythloday’den dinlediği hikayeye dayanıyor. Daha sonra 1516 da bu kitabı yayınlıyor. 

Şimdi burada da ayrı bir latife var. Onu da hemen söyleyeyim kim “Hythloday” latince bir kelimedir ki manası “bol keseden atan” demektir. Bu da bizde “Acaba böyle biri var oldu mu ya da hayali bir karakter mi?” hissi yaratsa da neyse ki kitapta More’un evvela dostu Peter’e bir mektubu mevcut ki bu mektubun hemen ardından Peter Gilles Busleiden’e mektup yazıyor. Bu kişi “bol keseden atan” Raphael mi diye düşündüm fakat fazla karıştırmadım. Zira hazineye ulaşmak isteğiyle yanıp tutuşuyordum.

More, bir ikindi vakti taa güneşin gurub vaktine akşam yemeğine kadar, bu devleti dostu Peter ile birlikte Raphael’den dinliyor ya da dinlemiş süsü veriyor. Biz dinlediğini var sayıyoruz. Amma muhtemeldir ki devrinin şeametinden korkarak onu ironik bir biçimde karşımıza sunuyor. Mesela kitaba Hythloday’in kız kardeşinin oğlu Anemus’un şiiriyle başlıyor. Bu da Latince “rüzgar” demektir. Kitabı iki kısma ayırıyor ki ilk bölümü kısa sohbet eşliğinde kendi ülkesini ve diğer ülkeleri Raphael’in ağzından eleştiriyor böylece Ütopya’yı merak ettiriyor. Sosyal ve ekonomik politikaları yerden yere vuruyor. Ama bu üslubu kralın dikkatini çekmesin diye kitabın başında Kral için “Yönetim sanatının ustası yenilmez Majesteleri İngiltere Kralı 8. Henry” diye başlıyor. Bu açıdan ne kadar basiret ve firaset sahibi olduğunu anlamış oluyoruz. Belki de biraz yalaka demeliyiz. Sanırım bunu tarihçilere bıraksak iyi olacak. Kitabın ilk bölümü böyle sona eriyor. 
İkinci kısmında ise yukarıda geçtiği gibi Ütopya’yı anlatıyor. Tabi onun tahtında tüm ülkeler bunun nasibini alıyor.




Ütopya’dan bahsedelim birazda. Bu devletin anayasası yoktur ya da herkesin anlayabileceği basit bir dille yazılmıştır. Bu devleti kuran kumandan Ütopus henüz Ütopya’yı fethetmeden evvel orada din kavgaları varmış ve savaşan farklı mezhepler, ülkelerini savunmakta bile birbirleriyle işbirliği yapmayı kabul etmiyorlarmış. Onların bu halini gören Ütopus burayı hemen ele geçirmiş ve bir yasa ile dini hoşgörüyü ülkede hakim kılmış.

Ütopyayı biraz okuyanlar anlayacaktır ki More faziletli ve bir o kadar diğerkam bir kişiliktir. Ütopya’da özel mülkiyetin olmaması ve her şeyin devlete ait olması biraz bacasından kominizim dumanları çıksa dahi iyi niyet göstergesi olarak ele alıyoruz bu ifadeleri. Devamında ise bu memleket sakinleri yoksulluğun çaresini paraya asla değer vermemekte bulmuş ve her şeyi ihtiyaca malik olduğu kadar almayı adet edinmiş vaziyette. Giysileri tek çeşit elbise ki bunu her yerde giymekte özgürler. Çalışırken ya da bahçeyi sularken kitap okurken… Bu konuda kimse kınanmaz daha doğrusu dürüst sevecen ve her yönüyle mütebessim bir şahsiyetseniz eğer Ütopya’da hayırla yad edilirsiniz. Orada herkes birbirine iyi davranır ki biriyle küs iseniz kutsal mabede giremezsiniz. Her evde iki köle bulunur. Köleler bazen gözden düşmüş Ütopyalılardır -yalnız bunlara hiç hoş davranmazlar aksine tüm pis işleri bu kişilere yüklerler- bazen de diğer memleketlerden iltica etmiş olan insanlardır. Bunu onlar seve seve yaparlar. Ayrıca Ütopyalılar asla kendi rahatı için başkalarının özgürlüğünü kısıtlamaz yalnız başkalarının özgürlüğü için kendi rahatlarından feragat etmeyi fazilet addederler. Çünkü böyle durumlarda Tanrı onları ödüllendirecektir. 
Ütopya da başkent, “rüya şehir” manasına gelen Amarurottur. Şehrin ortasından geçen nehir, “suyu olmayan” manasına gelen Anydrus’dur. 
Çeşitli bölgelere ayrılı ve her bölgenin Protophylarc’ı (bölge yöneticisi) vardır. Bunlar tek bir kişi Phylarc’a (bilge şahsiyet,başkan) bağlıdır. Dost ülkeler Makaria(mutlu ülke)’dır. Nephelogate’ye (bulut diyar) ise savaşta yardım ederler. 
Düşman ülkeleri Abraxa(Pantolonu olmayan) ve Aloepolitane(Kör diyar)’dır. Bu ve bunun gibi sayısız özelliği vardır Ütopyanın. 

Fakat esas önemli olan kısmı bunlar değildir. Bunlardan kastedilen mana ve bir milletin aynı zamanda bir devletin nasıl olması anlatılmıştır. “Madem önemli değil niye yazdın?” dediğinizi duyar gibiyim. Meramım o güzel merakınızı kamçılamaktır. Böylece sizi kitabın başına oturtmaktır. Şimdi ben kendimce naçizane Ütopyayı anlattım. Şimdi sözü birazcık Thomas More’a vereyim. Sonuçta onun kaleminden anlattık ve onunda konuşmaya hakkı olduğunu tespit ettik ve tabi ki son noktayı onun koymasını istedik. Bir dervişin dediği gibi:
Yoktur dergahımızda söylenmemiş söz
Zira biz gökkubbe ehliyiz
Kibir kokan saltanatlara buğz eder
Hiçbir misafirin sözünü kesmeyiz
Sanma ki tarifi yoktur bu güzel ahvalin
Buna gebedir işte senin kalbin
Bul onu, çıkar o kara sandukandan
İşte yer açıldı sana dergahımızdan…
Aldı sözü Thomas More ve başladı keman ile bir taksim geçerek söze:
Size Ütopya Devleti’ni en doğru haliyle anlatmaya çalıştım. Bana göre Ütopya yalnızca dünyanın en iyi ülkesi değil, aynı zamanda kendisine bir devlet demeye hakkı olan tek ülkedir. Başka yerlerde, halkın yararından söz edenlerin hepsi, aslında kendi çıkarlarının peşindedir. Ütopya’da özel mülkiyet, özel çıkar yoktur…
Aslında, modern dünyadaki sosyal sitemleri gözden geçirdiğime, -yanlışsam Tanrı yardımcım olsun- bu sitemleri düzenlemelerinin sözde sebeplerinin altında, kendi çıkarlarını daha da artıran zenginlerin fesat tertibinden başka bir şey göremiyorum..
Son olarak başka bir isteği olup olmadığını Thomas More soruyoruz. Çünkü gereğinden fazla uzadı yazı. O da son kez kemanını ele alıyor ve şöyle diyor:
“… en büyük saçmalık da bütün sistemin komünizm, yani parasızlık üzerine inşa edilmesiydi.”
Efendim bunu açar mısınız? Diye soracak olduk fakat o çoktan kapıyı kapatmış bizi şöminede ateş ile odunun inanılmaz aşkını seyre bırakmıştı. Neyi kastediyor acaba merak ediyor musunuz?
Evet ve hayırlar curcunalar eşliğinde havada uçuşuyor. Bize sadece kitabı uzatmak kalıyor…
Daim selam ve baki ihtiram…

*Ahmet Hilmi YAŞAR

13 Şubat 2017 Pazartesi

Thomas More/Her Devrin Adamı (1)




Tarihler zemin ve zaman ışığında akarken insanlar hayatlarını idame ettirdiler. Kimisi zifiri karanlıkta bir kandil mesabesinde yaşadı kimisi sadece yaşadığı devirde nam salan bir mum ışığı mesabesinde. Kiminin sesi ta arş-u alayı titretti kimisi sadece anlaşılamayan muğlak bir ses idi. Ama her insan yaşadığı bu dünyaya dair bir fikir edindi fakat sadece yazanlar gök kubbenin sadasında anıldı. Kimi bu dünyaya ham geldi yanarak alev aldı ve pişerek terk-i hayat eyledi bazısı da sadece cızırtıların ve tınıların melodilerinden bir kuble oldu ya anıldı ya da hiç duyulmadı. 

“Ne dersek boş.” deyip kendi hayatının tüm zevklerini yaşayanları da kabul etti bu hayat “Ne kadar konuşursak ne yazarsak bizden sonrakilere ne aktarırsak belki dünya denen bu kompozisyonda bir satır yer ediniriz dahası belki bir paragraf olabiliriz.” fehvasınca katre katre acı ve gözyaşıyla ama hep bir şeyleri çözerek sorunları hallederek eskilerin deyimiyle hall-ü asan ederek bu hayata gözlerini yumdu. Onun için “Eğer anılıyorsa bir kişi şu karanlık kubbenin insanlarınca/ Mutlaka vaktini ihsan etmiştir bu aciz hayata” diyerek hem kısa bir girizgah yapmış olalım hem de artık demir aldığımız limandan ayrılıp ufka doğru yol alalım. Attığımız adımdan emin geçtiğimiz yolda vecd ile eğrilsin başlarımız. Tütsün ilmin ışığında ocaklarımız ve de fokurdasın artık ilim irfan dolu tenceremiz…

Yazının başlığından yola çıkacak olursak Thomas More 1478-1535 yılları arasında İngiltere’de yaşamış hukukçu, devlet adamıdır. Tabi “Her Devrin Adamı” ibaresinden kasıt bu değildir. Onu “Her Devrin Adamı” yapan amiller karakterli oluşu ve bu karakterini eserlerine başarıyla işlemiş olmasıdır. Devlet adamı olmak yahut adaletli bir avukat olmak ile yüzyıllara hükmedemezsiniz ancak bu fikirleriniz beynel minel mahiyette olması gerekir. Bunun için ardınızda hikayenizi anlatacak sessiz sedasız askerlere ihtiyacınız vardır. Bu askerler işte muhtaç olduğumuz sözcüklerdir kalem o askerin silahı mürekkep bitmek bilmeyen kurşunudur. Nuri Pakdil’in deyimiyle bir destan yazdığınızda onu işin ehline verip “Namluya sürülsün.” demelisiniz ki namınız kıtaları aşsın, fikirleriniz denizleri ummanları doldursun, kaygılarınız yüzyıllardır birçok meseleyi halledecek kıvama gelsin. Ölümsüz olmak ancak böyle mümkündür işte. Bu Lokman Hekimin arayıp bulamadığı ölümsüzlük iksirinin formülüdür. 
Devam edecek olursak burada “Her Devrin Adamı” ibaresinden kastımız onun bu ölümsüzlük iksirini bir şekilde içmiş olmasından kaynaklanıyor. Ama korkuya mahal yok kardeşlerim çünkü bu iksiri ilahi kuvvete malik olmayan hiç kimse dibine kadar içememiştir ve hiçbir canlı bunu henüz başaramamıştır. Yani hepiniz için hala bir umut var demektir her zaman her koşulda olduğu gibi.

Bir sırrı da böylece ifşa ettikten sonra biraz da Thomas More bizim bozuk silahımızın pasını alan sebeplere gelelim. Evvela bu adı her Hukuk, Psikoloji, Siyasal ve Sosyal Bilimler ve de en önemlisi hepsinin kesişim kümesi Tarih öğrencisi bu ismi türlü vesileler ile mutlaka duymuştur ve bu bölümlere aday öğrenciler Ütopya’yı duyacaklardır. Aslında daha ilerde söyleyecektim ama bir kere söylemiş bulundum. Evet beni ona yaklaştıran ve sürekli kalemimin ucunu ıslatan sebep yazarın Ütopya kitabı oldu. Bu kitap hakkında Avrupa Tarihi dersinde aldığım tek bilgi, yazarın Yeni Dünya’da(Coğrafi Keşifler Amerikası) yaşadığını varsaydığı bir millet ve bu milletin kurduğu içinde sonsuz güzellikleri barındıran bir devletin varlığı idi. Fakat onun da özelinde o döneme göre hiçbir yerde olmayan özellikleri barındıran bu devlette kölelerin var olması idi. Yani bizim kerih gördüğümüz ve oturduğumuz yerden şiddetle kınadığımız bu köle mantığını yazarın mükemmel ötesi kuruduğu bir devlet düzeninde dahi kullanmış olmasıydı. Tabi bu konu benim merakını cezbetti. Kitabı satın aldıktan sonra vaktimi bu işe kesbettim. Dahası aynı zamanda yıllar önce çekilmiş olan bir Thomas More filmi ile tüm bu gayretimi taçlandırdım ve nişanesi olarak birkaç yazı kaleme almaya karar verdim. Şayet eğer bu karara muhalif olan bir şeyler yazmamış olsaydım içimdeki bu heyecan Nemrud’un topal sineği gibi beynimi yeyip bitirecekti. Kısacası helak olmaktan korktum ve artık kalemimi oynatmaya karar verdim. Ama bu yazıyı sadece yazara ve kitaba yani Ütopya’ya adıyorum. Filmi namı diğer Her Devrin Adamını ise daha sonra başka bir yazıda karşılaşıncaya kadar sizi bekletme cür’etinde bulunacağım için beni şimdiden affederseniz size minnettar kalırım. Siz de ufak bir sabırla meyvenizi azığınıza koyarsınız.
Esasen beni kitaba çeken amil her ne kadar saçma görünse de benim kitabı okumam için gösterdiğim gayret tam olarak bunun için değildi. Aklımda bu kitabı okuyana kadar Nizamülmülk’ün Siyasetname’si vardı. Yanı Doğunun İnci tanesi. Bunu her ne kadar iki yüz yıl geçmiş olsa da Batı’nın şaheseriyle karşılaştırmak istedim. Aklım bulanmadı ve görüşüm var ile yok arasında gitmedi. Aksine müsademe-i efkardan barika-i hakikat (hakikatçik) tevellüd etti. 
Şimdi itaba geçip Yeni Dünya’ya yelken açalım mı? 
Ne dersiniz, benimle var mısınız?

*Ahmet Hilmi YAŞAR

6 Şubat 2017 Pazartesi

Demokles’in Kılıcından Themis’in Terazisine


Demokrasi özünde farklılıkları bir arada yaşatan bir barış tekniği olmasına rağmen birçok demokrasi sevdalısı(!) ona çeşitli anlamlar yüklemiş adeta onu kendi mutfaklarında yeniden biçimlendirmişlerdi. Dillere pelesenk olmuş bu kelimeyi konuşanlar aynı sesi çıkarmışlar fakat fiiliyatta herhangi bir ortaklık sergileyememişlerdir. Neden? Çünkü sese göre içerik kazanmıştır da ondan. Bu yüzden insanlığı atom bombasıyla terbiye edenler, medeniyet götürürken insanlığı öldürenler hep demokrat kimliğine sahip olmuşlardır. Ancak bu böyle devam etmemeliydi. O halde toplumda o anlayışları da içine alan öyle bir düzen kurulmalıydı ki büyük balıklar küçük balıkları yutamayacak, küçük çöp büyük çöpten hakkını alabilecek ve Berlin’deki yargıçlar değirmencinin hakkını en güçlü şekilde savunabilecekti. Bu da ancak Churchill’in “alternatifleriyle kıyaslandığında şahane bir sistem” dediği demokrasiyle olacaktır. 


İnsan doğası gereği özgür olmaya meyilli bir varlıktır. Bundan dolayı herhangi bir unsurun kontrolü altında yaşamaktan hoşlanmaz. Bu özelliğinden dolayı kendisini tek bir ideolojinin ürünü yapacak otoriter ve totaliter rejimlere karşı çıkmıştır. O ideolojinin sahte maskesini taşımamış, onun sahte pandomimasını oynamamıştır. Bu yüzden kendisine farklılıkları bir arada yaşatabilecek olan demokrasiyi güvenilir bir liman seçmiştir. Bu sayede tutuklanmayla oluşabilecek yeni Hitlerlerin, sürgünler sonrasında ortaya çıkabilecek yeni Leninlerin yerini Hz. Ömer’i ya da Fatih’i yargılayan büyük yargıçlar, sarayın bahçesini genişletmek için “Arazini zorla alırım” diyen Frederich’e “Berlin’de yargıçlar var.” yanıtını veren değirmenler alacaktı. Tabii ki bu noktada Voltaire bilinci kazanmış olmamız gerekir. O Voltaire ki Rousseau’nun yapıtlarını, görüşlerini hiç beğenmemişti. Ancak kitabı yakılıp Rousseau kaçmak zorunda kalınca onu yanına çağırmış ve çağrı mektubunda şöyle demişti: “Söylediklerinizin hiçbirine katılmıyorum ama onu söyleme hakkınızı sonuna kadar savunacağım.”
Ancak bu sayede hoşgörünün ötesinde herkesi birbiriyle eşit gören, birbirine meydan okuyarak saygı duyan, birbirinden farklı düşünenlerin karşı tarafın hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde kendi hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı tavır alan akılcı, eleştirici, sorgulayıcı niteliklerine sahip özgür ve demokrat bireyler yetiştirilebilir. 
En son aşamada ise insanlar demokrasi çatısı altında birbirlerinin düşüncelerine, görüşlerine, inançlarına bakmadan şairin de dediği gibi “Bir ağaç tek ve hür/Ve orman gibi kardeşçesine” yan yana yaşayabiliriz.


*Onur Aktepe