25 Nisan 2017 Salı

BAHADIR SAVAŞTA BELLİ OLUR


Her milletin kendine has olan zamanla bütünleşip anıldığı birtakım meziyetleri vardır. Bizim de Türkler olarak geçmişten günümüze nam salmış cesaret ve adalet duygularımız diğer milletler nazarında kabul görmüştür. Ayrıca şu da ayrı bir hakikattir ki biz Türkler cesur ve adaletli olduğumuz gibi bir o kadar da merhametli bir milletiz. Bu meziyetlerimiz hakkında gerek milat öncesi ve gerek milat sonrası örnek kabilinden buraya aktarabileceğimiz envai çeşit destanlar ve halk hikayeleri mevcuttur. Lakin millet olarak çok geniş bir coğrafi alana yayılmış olmamız bu hikayeleri bir bütün olarak bilmemize maalesef engel olmaktadır. Fakat şunu da iyi biliyoruz ki hiçbir doğru ve hiçbir hakikat ebediyyen tarihin tozlu raflarında saklı kalamaz. Onu mutlaka tozlarından arındırıp hak ettiği mertebeye ulaştıracak fikir işçileri hep var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Bizim bildiğimiz yahut bilemediğimiz nice kahramanlarımız tarihin tozlu raflarından sıyrılmayı beklerken bir tanesinin hikayesini dile getirebilmek naçizane üslubumuz ile kaleme alabilmek bizler için gurur vesilesidir. Bu gurur dünyaya nam salmış şanlı atalarımızın aziz, latif ve pak ruhlarından bizlere tevarüs etmiştir.

Hakkında yazacağımız konuyu daha yeni öğrenmiş bulunmakla hala etkisindeyiz diyebiliriz. Gerçekten içimizde öyle koca yürekli öyle cesur insanlarımız var ki her zaman bir şekilde insanlık için kendilerini feda etmekten kaçınmamışlardır. Bu olayı hatırladıkça Hüseyin Nihal Atsız’ın şiirinden bir söz çınlıyor kulaklarımızda -"Kahramanlar can verir yurdu yaşatmak için. " 

Kahramanlarımız sadece kendi vatanlarını değil başka insanları yaşatmak için de can veriyor. Hele ki ötekileştirme ve bölme adına ortaya atılmış ve ayrıştırılmış milletler oluşturma çabasına rağmen başkalarının varlığı için var olmaktan vazgeçen kahraman şehitlerimiz anılmaya en layık olanlardandır. 

Konuya geçecek olursak şöyle ki;
Saddam Hüseyin’in lider olduğu Baas rejimi, İran ile savaştığı yıllarda Irak'ın Süleymaniye iline bağlı olan ve nüfusunun büyük kısmının Kürtlerden oluştuğu Halepçe ilçesini Kimyasal silahlarla vurma planı yapmış ve bu harekete “enfal” ismini vermiştir. Bu plan üzerine 16 Mart 1988'de zehirli gaz bombalarını taşıyan sekiz MiG-23 uçağı Halepçe kasabasına bombardıman düzenlemiş ve 17 Mart'a kadar aralıklarla süren saldırılarda bulunulmuştur. Ölenlerin sayısı hala net olmamakla birlikte birçok kesiminin kabul ettiği ortak sonuç, çoğu kadın ve çocuk en az 5 bin kişinin öldüğü, 14 bin 765 kişinin yaralandığıdır. Ancak savaştan sonra kasabaya giden yabancı gözlemciler, sayının çok daha fazla olduğu görüşündedir.

Bahsettiğimiz uçaklar tek motorlu tek kişilik modellerdir dolayısı ile bombardımana katılan 8 pilot vardır oysa teklif 9 pilota gitmiştir ve bir pilot eksiktir. Olayın en etkileyici tarafı ise şöyle gerçekleşmiştir, 16 Mart 1988 yılında Halepçe bölgesine düzenlenen kimyasal saldırıyı düzenlemesi ve komutanlığını yapması için başarılı bir pilot olan Türkmen Aydın Tayyar yani üçlü adıyla Aydın Mustafa Hamit görevlendirildi. O dönemin yetkili isimlerinden ve Saddam Hüseyin'in amcasının oğlu olan Ali Hasan Mecid (Kimyasal Ali) Aydın Tayyar'ı çağırır ve böyle bir saldırının komutanlığını yapmasını ve düzenlemesini ister. Ancak Tayyar hiç düşünmeden bu görevi reddeder ve Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin ile görüşmek istediğini söyler. Söylentilere göre Tayyar, Saddam ile görüştükten sonra görevi kabul etmediği için zindana atılır ve Halepçe saldırısı yapıldıktan 6 ay sonra idam edilir.

Necat Nuri, Aydın Tayyar ile son günlerini geçiren bir tutuklu. Aydın'ı şöyle anlatıyor : "Aydın ile konuştuk ve dedi ki, ben kimyasal saldırıyı yapmam dediğim için zindana atıldım. O anlatırken ben durumuna ağlamaya başladım ama o gülümseyerek bana dedi ki benim vicdanım rahat. Son günlerinde ise konuştuğumuzda döndü dedi ki ben bir millet için ve o millete zarar vermemek için muhtemelen canımı vereceğim, sence onlar beni saygıyla hatırlayacaklar mı ?” Daha sonra son günü onu götürürler iken beraber çok ağladık." Diyor.

Aydın Tayyar'ın Kız Kardeşi Olan Meysune Mustafa vefatından önce konuşurken alınan ses kaydında "Aydın özgürlüğü savunan biriydi. Her zaman Mücadelecileri ve özgürlükçüleri severdi. İnsan katletmenin ve kimyasal saldırıların karşısındaydı. O yaşında bile "Aydın Tayyar 31 yaşında iken idam edilmiştir." Para ve makam için vicdanını satmamıştır."

Bölgesel bir Kürt yayınına konuşan Aydın Mustafa’nın kardeşi Ali Mustafa, “Ağabeyim yurtsever biri olduğu için onunla gurur duyuyoruz. Kürtleri çok severdi. O Türkmen idi ve hiçbir zaman etnik oluşumlar arasında fark gözetmezdi. Canı pahasına da olsa böyle önemli bir talebi kabul etmediği için onunla gurur duyuyoruz” dedi.

Aydın Mustafa’nın arkadaşı Cevdet Ali,“O bir insanlık dostuydu. Herkes tarafından seviliyordu. Herkese yardım etmeyi severdi” diye konuştu.

Türkiye olarak sıkıntılı dönemlerden geçtiğimiz şu günlerde böylesine insanlık için kendini feda eden büyüklerimizden haberdar olmak ne güzel, onların mücadele ettikleri zalimlere karşı mazlumun yanında olmak ne güzel. Bu olaydan Türk halkı olarak çıkaracak çok paydamız ve bizi birbirimize bağlayıp bir bütün yapan çok sebeplerimiz olduğunu unutmamalıyız.

Şehidimizin ruhu şad mekanı cennet olsun sevgi ve saygı ile… 
NERMİN SOYTÜRK

20 Nisan 2017 Perşembe

İKİ ÜLKE BİR MEDENİYET


Osmanlı Devleti’nde halkın sosyal hayatta her türlü ihtiyaçları külliyeler çevresinde, vakıf sistemi sayesinde siyasi bir otoriteye ihtiyaç duymaksızın sağlanırdı. Kuruluşundan dağılışına kadar yüzyıllar boyunca yasamış olan bu müessese ile Osmanlı insanının da doğumundan ölümüne kadar dini, sağlık, eğitim gibi ihtiyaç duyduğu her alanda gereksinimleri ücretsiz bir şekilde sadece Allah rızası için karşılanmıştır. Sadece başkentte değil devletin sınırlarının ulaştığı her yerde bu sistem tesis ettirilmiş, en uzak bölge bile Osmanlı Medeniyeti ile tanıştırılmıştır.

Bu medeniyet ki devleti yıkılsa bile zamana direnmiş, yapılmış vakıf eserleriyle hala Osmanlı mirasını sürdürmekte. Bu medeniyet ki bugün sınırlarımız dahilinde olsun ya da olmasın hala devletinin adını yaşatmakta. İşte bu şehirlerden biri Bursa diğeri de Saraybosna…

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde “Bosnasaray’ı” bakımlı, süslü ve şenlikli taşlık şehir olarak ifade eder. “ Aşağısı ve yukarısında sayısız sınırsız akarsular nehirler akıp her tarafı gül-ü gülistan, şebekeli bahçeler ve Rıdvan cenneti bahçesi gibi sayısız bostanlar ile bezenmiş bir şirin şehir” olarak bahsettiği Saraybosna’dan Fatih Sultan Mehmet’in emaneti olarak bahseder. (Seyahatnâme 5.Cilt, 2.Kitap)

Bosna, Saraybosna ismini her okuduğumuzda yüreğimizi burkan, içimizde hüzün uyandıran bir kelime. 15. Yüzyıldan beri Osmanlı’nın bir parçası olan bu şehir ne acıdır ki 19. Yüzyılın sonunda sınırlarımızdan ayrıldı. Sınırlar ayrılsa da kalplerin hiçbir zaman ayrılmadığı bu şehirde Osmanlı mirası her şeye rağmen devam etmektedir.

Ne Sırplar yok edebilmiştir bu bağı ne de zaman, ne mermiler yıkabilmiştir bu mirası ne de bombalar. Sebil hala Başçarşı’nın ortasında durmakta, dört tarafındaki minarelerden hala İslam’ın adı yükselmektedir. Biraz yorgun düşse de bu şehir Başçarşı’nın etrafında zaman durmaktadır. Osmanlı medeniyetinin estetik, kültürel ve tarihi bağlarla bağlandığı bu yer Bosna‘nın kalbidir.

Adım başı Osmanlı mirasına rast geleceğiniz bu şehri asla bir turist gibi güle oynaya gezemezsiniz. Bir turist gibi hissetmezsiniz çünkü bir o kadar yaşadığımız şehirlere benzer. Büyük bir sevinçle gezemezsiniz, çünkü içinizde onurlu savaşın hüznü ve saygısı olur. Her yanı ayrı bir hikâyedir.

Mavi kelebekler ülkesinin başkenti en çok Bursa’yı çağrıştırır. Çarşısıyla, esnafıyla, sebiliyle, hanıyla, verdiği huzurla bu iki şehir tek bir ülke hissi verir. Bu nedenledir ki Saraybosna Kardeşlik Çeşmesi buraya layık görülmüştür. Bosna Başçarşı’da olduğu gibi Bursa Kapalı Çarşısı’nda da sizi bir adet ahşap sebil selamlar. Saraybosna’da Gazi Hüsrev Bey Camii’ne hayranlıkla bakarsınız, Bursa’da Ulu Cami’ye. İki Osmanlı Hanı; Morica ve Kozan Han. Dükkânlar ve zanaatkârları hepsi ortak bir medeniyetin mirasını devam ettirmekte. İki tipik Türk çarşısında da adım adım Osmanlı tarihi ve kültürü iliklere kadar hissedilmektedir.
Eminim fotoğraflara bakarken hangisinin Bursa, hangisinin Saraybosna olduğunu anlamakta zorlanacaksınız. Bu iki Osmanlı yadigârı, tarihi bir şehir tablosunu seyredermiş gibi hala hayranlıkla kendisine çeker.

Her şehrin birbirine benzemeyen bir duygusu vardır ya o Saraybosna’nın hüznüdür sadece. Neredeyse her köşe başında karşımıza çıkan kurşun izleri ve tepelerdeki mezar taşları sizi başka hiçbir şehirde hissetmediğiniz bir duygunun içine sokar. Sonra o şehri gezmeye başlarsınız ve o duygu yerini hayranlığa bırakır.

Modern savaş tarihinde en uzun kuşatmaya maruz kalan bu şehirde sadece Osmanlı izlerini değil çok çeşitli bir etnik zenginlik görürsünüz. Her dinden insan ve farklı dini yapılarıyla eşsiz bir mozaik sunar. Bir tarafı tipik bir Anadolu kasabasıyken diğer tarafı bir Avrupa kentidir. Bir tarafta Gazi Hüsrev Bey
Cami; diğer tarafta Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi ve Sinagog. Avrupa’nın Kudüs’ü tabiri sanırım en çok bu ülkeye uyar.

Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar bir zamanlar kardeş gibi birlikte yaşardı bu şehirde, savaşın değil barışın baş şehriydi. Savaştan sonra ise yıkılmış yapılarla beraber insanları da parçalanmış bir şekilde birlikte yaşamaya devam ediyor. Yapılar yeniden tamir edilip tek tek ayağa kaldırılmaya devam ediyor lakin ya ölen insanlık?

“ Zambaklar yeniden açar
Çıkmaz denilen bir sokağın sonunda
Bosna özgürlüğe sevdalı bir kuş olur
Bilge kralın avuçlarında
Mostarı mermiler değil ayın gölgesi bulur
Delikanlıları sniperlar değil bir çift mavi göz vurur

Zambaklar yeniden açar
Kör ve sağır Avrupa’nın tam ortasında
Çöldeki susuzluk son bulur
Özgürlüğün altın kaplı kırbasında
Zambaklar yeniden açar
Bir zafer muştusunda
Nemrut ateşleri gül bahçesi olur
Tuzlada,Saraybosnada Mostarda … “ 

( Tayyip Bosnalı)

''Eminim fotoğraflara bakarken hangisinin Bursa, hangisinin Saraybosna olduğunu anlamakta zorlanacaksınız. Bu iki Osmanlı yadigârı, tarihi bir şehir tablosunu seyredermiş gibi hala hayranlıkla kendisine çeker.''


















Büşra Cansız: İstanbul Üniversitesi-Tarih-Sanat Tarihi

9 Nisan 2017 Pazar

BİR MASAL SARAYI -ELHAMRA-


Endülüs Medeniyetinin mimariye yansıyışının en anıtsal örneği olan Elhamra’nın görkem ve acı dolu tarihini bilir misiniz?

8.yüzyıldan itibaren İlâ-yı Kelimetullah gayesiyle İber Yarımadası fethedilmeye başlanmış ve İslam dünyası ile Avrupa'nın batısı arasında bir köprü kurulmuştur. İslam Medeniyetinin, Endülüs’ün kendine özgü ilim ve sanatıyla daha da gelişerek oluşturduğu zengin birikim, bazı tercümeler sayesinde batıya taşınmış böylece Avrupa da bir aydınlanma dönemi başlamıştır. Ziya Paşa ne de güzel anlatır bu sonradan aydınlanmayı;
“Ger Endülüs olmasa ziyâdâr, Kim Avrupa'yı ederdi bidâr” (Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa'yı bilgisizlik uykusundan kim uyandırırdı?)

Kurulan Endülüs köprüsüyle yaşanan medeniyet alışverişleri ile bölgede zengin bir mozaik oluşmuş ve üç semavi dinin insanları bir arada huzurla yaşamıştır. Bu zengin medeniyeti Nobel Ödüllü Fransız Fizikçi Pierre Curie şu sözleriyle kabul eder;
“Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olurduk”

İşte Elhamra böyle ileri bir medeniyetin mimariye yansıyışının en anıtsal örneği olup, her şeyiyle bir masal sarayını andırır.

Ortaçağ’dan günümüze kalmış Avrupa’da ki en anıtsal Müslüman sarayı olan Elhamra Sarayı, Endülüs’ün muhteşem yüzyılında değil bir politik ve ekonomik çöküş döneminde inşa edilmiştir. 13.yüzyılın başlarında Endülüs’ün son kalesi olan Granada’da (Gırnata) şehre hâkim bir tepe üzerinde inşa edilen saray, tamamlandığı günden itibaren İslamın Avrupa'daki geçmişine tanıklık eden en büyük anıt olarak, İslami-tarihsel mirasımızı temsil etmeye devam etmektedir.

İslam'ın yaklaşık olarak 800 yıl boyunca hüküm sürdüğü Endülüs topraklarında zamana meydan okuyan, İslam sanatının en güzel örneklerinden cennet misali bir saraydır Elhamra.


Sarayın Arapça Kırmızı “Kızıl” anlamına gelen Elhamra sıfatıyla tanımlanması, sarayın dış görünümünde ve avlularda tamamen hâkim olan kızıl renkten ve toprağından ötürüdür. Kızıl renk sarayın hüzünlü kaderini tahmin edercesine adı olmuştur. Keza Arapların Endülüs'te son düşen kalesidir “Elhamra”…

Elhamra sarayı tek bir saraydan ibaret değildir. Şehir içinde şehir barındırır adeta. Bundan akdem Araplar buradan bir kasır değil, Medine olarak bahsederdi. Her yanında meyve bahçeleri, çayırlar, bağlar, saraylarla kuşatıldığını söylemiştir İbn-i Batuta.

Uzun bir zaman dilimi içinde yapılmış olan saray, onu destekleyen birçok yapı barındırır. 3 ana bölümden oluşmasıyla Endülüs’ün incisi olan Elhamra, Osmanlı'nın incisi Topkapı Sarayı’na da benzer. İkisinin mukayeseli anlatımı sanırım Elhamra Sarayı’nı anlamada daha da yardımcı olacaktır.

Elhamra Sarayı’nda ilk olarak karşımıza kamusal işlerin yürütüldüğü Mexuar çıkar. Buradan öteye halk geçemezmiş. Tıpkı Topkapı Sarayı’nda ki Bab-ı Hümayun yani 1.Avlu gibi. Osmanlı’nın Birun kısmı olan bu bölüm halkın serbestçe girebildiği tek alandı. 2. bölüm ise yönetimle ilgili özel işlerin görüşüldüğü Mersinli Avlu’dur. Osmanlı’da ki Divanhane’nin de yer aldığı, devlet işlerinin görüşüldüğü 2.Avlu gibi. Son bölüm ise kralın ve eşlerinin yer aldığı Aslanlı Avlu’dur. Mahremiyet çok önemli bu bölümde. El Hamra, mahremiyetin mimariye en güzel yansımış örneklerinden biridir aynı zamanda. Topkapı Sarayın’da Harem kısmı ayrı tutulsa da, 3. Avluda Enderun kısmından sonra padişahın hususi köşkleri
yer alır. Bu bağlamda Elhamra Sarayı Hitit ve Osmanlı Sarayları gibi 3 ana bölümden meydana gelmiştir.

Saray ve bahçeler, 1302-1309 yılında Sultan III. Muhammed’in hükümdarlığı esnasında inşa edilmiştir. Cennet’ül Arif denilen bu bahçeler Elhamra Sarayı’nın cennet olan özlemini ifade eder ve ince bir zarafetle ilmek ilmek işlenir sarayın her köşesine. Dünyada hiçbir medeniyette su bu kadar güzel kullanılmamıştır belki de. Her tarafta bin bir çeşit meyve ağaçları ve çiçekler. Su ve yeşilin muhteşem bir uyum eşliğinde kullanıldığı bu dillere destan bahçeler gören her gözden aynı özlem dolu kelimeyi dillere döker; Ahhh Endülüs!

Yahya Kemal Beyatlı İspanya’da bulunduğu elçilik görevinde hayran kaldığı Elhamra Sarayı’nı şu sözlerle anlatır. “…Elhamra’ya basit bir dış kapıdan giriliyor. Girerken hârikulâde bir mekan içine girileceğinin farkına bile varılmıyor. Girdikten sonra bir alemden başka bir aleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, öylesine bir hayret içindeydim...” Gerçekten de hayranlık uyandıran asaletiyle, görenleri romantik bir Orta çağ masal sarayının içine sürükler Elhamra.


Elhamra Sarayı; duvarlarına işlenmiş geometrik şekilleriyle, estetik ve statiğin birleşimiyle bugünün dahi mimar ve mühendislerini zorlar. Endülüs Medeniyetinin ulaşmış olduğu parlak zirveyi bir kez daha gözler önüne seren bu sarayda tüm oda ve salonları çepeçevre saran bir sözcük, Elhamra'nın sırrını özetler adeta. Tüm Elhamra Sarayı’na damgasını vurmuş olan bu tılsımlı sözcük, Yusuf Suresi’nden olan “Ve lâ gālibe illallah” yani Allah'tan başka galip yoktur sözüdür. Endülüs düşmüş, İslam Medeniyeti bu topraklarda kaybolmaktadır belki ama bu tılsımlı sözcük Elhamra’yı hala ayakta tutmaktadır. İslam’ın adını göklere haykıran Elhamra, Allah'ın tek galip olduğunu tüm dünyaya gösteren sembol bir anıttır. Bu inancın mimariye yansıyışı Allah’a tevekkül etmenin en güzel örneklerinden değil midir?

Sarayın en görkemli alanlarından Elçiler Salonu’nda Mülk Suresi’nden, Hükümdarın tahtında oturup halkı kabul ettiği yerde Ayetelkürsi’ye sarayın her köşesinde bir ayete rastlamak mümkündür. Elhamra’nın döşemelerinde saklı bu güzellikler, İslam Medeniyetinin en büyük hazinelerinden biridir.

“Böbürlenme sultanım senden büyük Allah var” sözünü hatırlatırcasına sultanları kibirden uzak tutmayı amaçlayan bu ayetler maalesef ki başarılı olamamıştır. Tarık bin Ziyad’ın torunları, Endülüs şehirleri bir bir Hristiyanların eline geçerken dünya saltanatının oyunlarına, tahtın büyüsüne aldanmıştır. 2 Ocak 1492'de Elhamra Kararnamesi'ni kabul eden Endülüs’ün son emiri Ebu Abdullah, şehrin anahtarlarını savaşmadan Aragon Kralı Ferdinand’a teslim ederek şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Böylece Endülüs’te ki son İslam toprağı olan Gırnata Emirliği ’de kaybedilmiştir.

Annesi Ayşe’nin: “Ağla oğlum ağla! Vaktiyle bir erkek gibi savunamadığın şeyler için şimdi bir kadın gibi ağlamak yaraşır sana” dediği nakledilir tarihçiler tarafından. Hükümdarın ağladığı bu tepe, daha sonra “Puerto del Suspiro del Moro” yani Mağriplinin/Arabın Ağladığı Yer olarak anılmaya başlar. Elhamra, Granada'yı savaşmadan terk eden bu son emirin gözyaşı döktüğü hüzünlü sonu ile tarih sayfalarındaki yerini alır.

Ziya Paşa, Endülüs Tarihi adlı kitabında İslam’dan sonra Endülüs Medeniyetinin izlerini Tarihçi Voyadu’nun şu sözleriyle anlatır: “Onların sayesinde görülen medeni faydalar ve insani güzelliklerin teşekkürünü ve böyle yüce bir kavim hakkında kendilerinin sonradan ettikleri barbarlıkların dehşetini hala Avrupa halkının kalplerinde çıkaramadılar.”

Elhamra Sarayı Katolik hükümdarların yönetimi altında varlığını sürdürmeye devam etmiştir. 19.yy gelindiğinde ise perişan haliyle dikkat çeker. Saray duvarlarının üstüne ziyaretçiler adlarını kazımış, hatıra olarak yanlarına parçalarını götürmüşlerdir. Cenneti tasavvur ettiren o bahçeleri yok olmuş, su
sanatı çeşmeleri akmıyordu artık. Avrupa’nın geri kalanı cehalet ve karanlığa batmışken, Endülüs Medeniyeti’nin sahip olduğu mükemmeliyet ve aydınlığın yeniden hatırlanması biraz uzun sürmüştür.


Fransız ressam Henri Regnault, Granada’ya gittiğinde Elhamra’nın büyüsüne kapılmış ve “Bunu yapan sanatçının yanında biz barbar, vahşi canavarlarız” diyerek hayranlığını belirtmiştir. Böylesine narin bir zarafet karşısında hayran kalmamak ne mümkün ?

Yıkıntıya dönmüş saray üzerine birçok Avrupalı aydın dikkatleri üzerine çekmeye çalışmış, İngilizce okuyan dünya bir kez daha Elhamra’nın görkemiyle tanıştırılmıştır. Arkeologlar, yazarlar ve ressamlar sayesinde yeniden hatırlanan Elhamra’da, “19. yüzyıl sonunda başlayan yenileme çalışmaları 20. yüzyılda, özellikle yabancı ziyaretçilerin artışı sonucu hız kazanmıştır.” Endülüs birikimini en fazla muhafaza edebilmiş yerdir Gırnata ve Elhamra.

Bugün ise Elhamra, dünyanın her tarafından gelen milyonlarca turist tarafından bir masal sarayı olarak görülmekte ve herkesi büyüleyerek kendine aşık etmektedir. Her bir taşı mazinin ihtişamlı ve hüzünlü öyküsünü anlatır bize. Neleri yitirdiğimizi bir kez daha düşündürür ve hatırlatır. Geçmişin hatıralarında zaman durur ve tarihi bir yolculuk başlar; İslam’ın batıdaki sancağı Endülüs’e…




*Büşra Cansız- İstanbul Üniversitesi- Tarih-Sanat Tarihi